Bu sayıda...

 

Seattle, Prag, Göteborg, Cenova’daki “direnişi globalleştirin!” eylemleri, yoksulluktan söz etmeksizin globalleşmeden söz etmenin en azından “ayıp” olacağını zihinlere yerleştirmiş olmalı. Toplum ve Bilim’in bu sayısı, yoksulluğun biçimlerini ve yoksulluğu görme biçimlerini mercek altına alıyor.

Yoksulluğu, daha doğru bir ifadeyle yoksulluğun farklı biçimlerini, fenomenlerini görebilmek, salt bir öznel hassasiyete değil, onu kavramlaştırmaya, kategorize etmeye bağlı. Yoksulluğu sadece “görmeye”, çözümlemeye değil, onu “idare etmeye” ya da iddialarına bakılırsa “çözmeye” talip olan öznelerin bu kategorizasyonu nasıl yaptıkları, özel bir önem taşıyor. Ahmet İnsel, yoksulluğun yeniden üretiminde yüksek bir payı olan uluslararası kuruluşların politikalarını deşifre etmek açısından da önem taşıyan bu kategorizasyon meselesine eğiliyor. Gelişmiş ülkelerdeki yoksulluk ile gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulluk arasındaki, bir ölçüde mutlak ve göreli yoksulluk ayrımlarıyla da örtüşen farkı, temel bir eksen olarak alıyor. Bu eksen, yoksulluk ve eşitsizlik sorunlarının kesişim eksenidir. İnsel, bu iki yoksulluk biçimini birarada düşünen çözümlemelere, yoksulluğu gelir azlığına indirgemeyip çok yönlü bir mahrumiyet hali olarak kategorize eden “karma yoksulluk” kavramına dikkat çekiyor. Yeşim Oruç, uluslararası kuruluşların yoksulluğa ilişkin siyasalarını (policy) daha özgül bir bağlamda inceliyor: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP), yoksullukla “başetme” bâbında globalleşme gündemine bazı “değerler” şırınga etme girişimlerine bakıyor. Meryem Koray’ın makalesi de, yoksulluğu “stilize etmeksizin” tanımlamanın gereğini vurguladıktan ve global yoksulluğun geniş bir tasvirinden sonra, liberalizmi bizzat kendi öğretisi açısından bu meseleyle yüzleşmeye çağırıyor ve yoksullukla mücadelede insan haklarına dayanan bir perspektif öneriyor.

Ayşe Buğra, “ekonomik kriz karşısında Türkiye’nin geleneksel refah rejimi”ni sorgulayan -haklı olarak- alarmist yazısıyla, Türkiye’nin halihazır ve yakın gelecekteki yoksulluk “etiyolojisini” sunuyor. Devletin zaten sınırlı ve -klientalist şebekelere vb. bağlı olarak- “devlet gibi yapılanmamış” sosyal işlevlerinin tasfiyesine ilaveten, geleneksel cemaat dayanışması yapılarının da aşınmasıyla, memleketin “içtimai muavenet” yeteneklerinin büsbütün köreleceğine dikkat çekiyor.

Ayşe Buğra gibi Melih Pınarcıoğlu ve Oğuz Işık da, Türkiye’de formel veya enformel korunmaĞkollanma olanaklarından tamamen yoksun, yeni ve ağır yoksulluk biçimlerinin gelmekte olduğunu haber veriyorlar. Yumuşak-bütünleştirici kentleşmeden gergin-dışlayıcı kentleşmeye geçilmesine bağlı olarak bir sınıfaltı kitle oluşumunun sinyallerini, Sultanbeyli örneğinde saptamaktalar. Sultanbeyli, yazarların “nöbetleşe yoksulluk” adını verdiği, hemşehrilik ilişkileri üzerinden işleyen ve yeni göçedenlere gecekondu arazisi satmaĞkiralama üzerinden yoksulluğu “devretmeye” dayalı bir yoksullukla başetme stratejisinin tipik örneği. Sözkonusu stratejinin tükenme süreci, bu örnekte apaçık görülüyor. Pınarcıoğlu ve Işık’ın bu özgün kavramsal analizinin ve onun dayandığı güçlü saha çalışmasının geniş okuması için, elinizdeki dergiyle eşzamanlı olarak İletişim Yayınlarından çıkan Nöbetleşe Yoksulluk adlı kitaplarına başvurulabilir. Yeni kentsel yoksulluk biçimlerinin trajik ve medyatik kullanımlarıyla merak gıdıklayıcı bir görüngüsü, Neşe Özgen’in makalesinin konusunu oluşturuyor: “Çöp insanları” - çöp toplayarak “yaşayanlar”... Özgen, Denizli ve Samsun örneğinde bu yoksulluk sektörünü incelerken, pekâla bir güç ve kâr kaynağı olan “çöp ekonomi-politiğine” de ışık tutuyor. Türkiye’de yoksulluğun fenomenolojisi için girdi sağlayan bir başka yazı, Kemal Can’ın, Güneydoğu’nun “özel” koşullarında, iddialı bir kırsal kalkınma projesinin odağındaki bir kentte (Urfa’da), eski ve yeni yoksulluk yapılarına ve bunların tasavvur edilme biçimlerine dair güçlü gözlemleridir.

Geçiyoruz, yoksulluğun ideolojisine... Yoksulluğun tasavvur edilme biçimleri, bizzat onun yeniden üretiminde ve göreliliğindeĞgörelileştirilmesinde rol oynadığı gibi, yoksullukla mücadele stratejilerinin, imkânlarının da üzerinde şekilleneceği zemindir. Necmi Erdoğan’ın sorular soran, bir “çalışma planı” koyan yazısının, bu bakımdan çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Necmi Erdoğan, yoksullara medyatik, politik, entelektüel, akademik bakışlarda kendini gösteren fobik, romantik-popülist, teknisist ve ampirisist yanılsamalarla yüzleşmeyi de mutlaka gözeterek, aşağıdakilerinĞmâdunların, “garibanların” kendi durumlarını nasıl anlamlandırdığına ilişkin bir “anlayışa” erişmenin yordamları peşinde. Yoksulluk temsillerine, yoksullar hakkında konuşan ve onlar adına konuşma kaygısıĞsavı içeren söylemlere ilişkin yöntem sorunlarını ortaya seriyor.

Funda Şenol-Cantek’in “FakirĞhaneler - yoksulluğun ‘ev hali’” başlıklı yazısı, Necmi Erdoğan’ın önerdiği çalışma programı doğrultusunda bir temrin sayılabilir. Şenol-Cantek, ne yazık ki Türkçe sosyal teori literatüründe eksikliğini çok hissettiğimiz, “tercüme” kokmayan, geniş lügatli güzel bir anlatışla, Ankaralı yoksul ev kadınlarının kendi “durumlarına” bakışını, kendi mahrumiyetlerini algılama tarzını tasvir ediyor. Yoksulluk ve kadınlık durumlarının kesişim noktasında...

Yoksulluğun temsillerinin izini, Ömer Türkeş Türkçe romanda, Hilmi Maktav da “yerli filmde” sürmekte. Ömer Türkeş’in kuşatıcı yazısının başlığı, temel tespitini ele veriyor: Yoksulluk, Türkçe romanın görüş mesafesinin dışına çıkmakta. Yazar, bu yokluğu bir ölçüde, gündelik-siyasi-edebi hayatların temasının kesilmesine ve biçim-içerik ikiliğinde “haddinden fazla” biçim-merkezli ilgilerin ağır basmasına bağlıyor. Yoksulları romanla beraber sinemada görünmez kılan “yeni hayat”a Hilmi Maktav da değiniyor. Oysa, öncesinde Türk sinemasında yoksulluk gözde bir izlek: (Kentteki) zengin-yoksul çatışmasının popülist şablonu, köy filmlerindeki toplumcu gerçekçilik, sonra ’70’lerde kent filmlerindeki toplumcu yönelimlerin “soylu yoksul” imgesi...

Yoksulluğun yeni biçimlerinden söz ederken, yoksulluğun sadece eski değil çok eski biçimleri olduğunu unutmamalı... Modern dünyaya da bir şeyler devreden ve bugünkü yoksulluk biçimlerinde de izlerini bulabileceğimiz “eski”, modern-öncesi yoksulluğa bakmanın gereğine işaret eden bir makale de var dergide: Eyal Ginio, 18. yüzyıl Selânik’inde kadınların, eviçi hizmet ve fahişelik dışında pek az seçenek sunan bir emek piyasası ortamında, yoksullukla başa çıkma stratejilerini irdeliyor.

Toplum ve Bilim’in bu sayısında yoksulluk konusu dışında sadece bir yazı var: Berna Zengin Arslan ile Sultan Yetkin, Avusturya’daki Türkiyeli göçmenler örneğinde sosyal-kültürel geçişkenlikler, ulusötesi varoluş ve kimlik meselelerini tartışmaya getiriyorlar.

 

 

 

GELECEK SAYILARDA

 

 

 

90 GÜZ 2001

Travmayla Başetmek

Bu sayıda küçük bir dosya tasarladık: Olağandışı ölümlerle, kayıpların acısıyla başetme biçimlerini; bu kayıpların sosyo-psikolojik etkilerini ele almayı tasarlıyoruz.

 

91 KIŞ 2001Ğ2002

Tarihyazımı

Son yıllarda akademik popülerlik kazanan tarihçilikĞtarihyazıcılık, kuramsal bir muhasebeyi hakediyor. İlk anda akla gelen bazı merak noktaları: Mâduniyet Okulu’nun tarihyazımına açtığı ufuklar... Postmoderniteyle ilgili kuramların tarihyazımına etkisi... Sözlü tarihin verimleri... Annales Okulu, Hobsbawmgil tarih çalışmaları gibi, iki-üç kuşak usta yetiştirmiş devrimci etkiler yaratmış tarihçilik yaklaşımları...

 

92 BAHAR 2002

Türkiye Politikası

Türkiye’de politika alanının, yerleşik kurumlarıyla (MGK’dan partilere), terminolojisiyle, “düzeneği” ile, koordinat sistemiyle, güncel ilgilerin üstüne çıkabilen bir analize ihtiyacı var. Bu alanda “makro-kavramsal” uyarlamalarla tasvirî gücü bile sınırlı kalan monografilerin gideremediği açığa dikkat çekmeyi hedefleyen bir sayı tasarlanıyor.

 

93 YAZ 2002

Kültür

Kültür” nedir? Kültürel çalışmalar okulu... Türkiye’de bu yaklaşımın olanakları ve mevcut araştırma anlayışlarının eleştirisi...

 

94 GÜZ 2002

Toplum Bilimlerinden İçeri Bir İktisat

İktisat öteki toplum bilimleriyle arasındaki kan bağını toptan yitirmiş midir? Bilme yordamları günden güne matematikselleşmiş, salt kendine özgü bir dili konuşan, yalnız kendi yağında kavrulan bir iktisat, toplum bilimleri ailesinin hâlâ asal bir üyesi sayılabilir mi? Bir yanda kendi içine kapanmış, dilini değiştirmiş, ailenin ne içinde ne de büsbütün dışında gibi duran bir disiplin, diğer yanda onun borsaĞfaizĞdöviz kuru döngüsüne indirgenmiş yansıması olduğu halde, ‘toplum bilimlerinden içeri’ nasıl bir iktisatçılıktan söz edilebilir? İktisadın toplum bilimlerinden uzaklaşmasına yerinmeye değil, bir düşünme sistemi olarak iktisadın bugünkü yerini yurdunu belirlemeye, insana, topluma ilişkin diğer bilme alanlarına göre yerlemini irdelemeye dönük yazılar için bir ilk çağrı.