Bu sayıda...

 

Uluslararası carî “ aktüalite”de, akademik ve politik söylemlerde Doğu Asya, “globalleşme” kavramının tedavüle girmesiyle eşzamanlı bir ilgiye mazhar oldu. Geleneklerini ve kimliklerini koruyarak global ekonomiye eklemlenmeyi başarmalarıyla “Japon Modeli”ni rektifiye ettikleri düşünülen “Asya kaplanları”, bir yandan bütün dünyayı hemzemin ve hemâhenk kıldığı ilan edilen globalleşmenin göz kamaştırıcı kanıtıydı; diğer yandan da “Medeniyetler Çatışması” söyleminin, Batı’da endişe uyandıran, (İslâmcılığın bazı yorumlarının da dahil olduğu) Batı-karşıtı özcü akımları ise yüreklendiren bir doğrulayıcısıydı. Bütün veçheleriyle, Doğu Asya’ya olan ilgi, mitoslaştırıcı, gizemlileştirici bir ilgiydi. 1997 yazında başgösteren ve süregelen ekonomik krizin “Doğu Asya mucize”sini çökertmesinden sonra da, mitos sona ermiş değil: Doğu Asya, hâlâ bilinemez, kendine mahsus bir acaiplikler diyarı olarak algılanıyor. Sözkonusu mitoslaştırmadan gelen bilenemezliğin yanında, Türkiye’de bu dünya hakkında bilgi birikiminin kısıtlı oluşundan gelen bilinmezlik var. Toplum ve Bilim’in bu sayısında, Doğu Asya’nın bilinmezliğinin ve bilenemezliğinin üzerine gidiyoruz.

Sayı editörü Asuman Suner’in düzenleyip moderatörlüğünü yaptığı yuvarlak masa tartışması, politik bir çerçeve çizmek bakımından yol gösterici nitelikte. Yuvarlak masa etrafında oturanlar, Güney ve Doğu Asya’daki hızlı toplumsal değişimi, devlet ve/veya sermaye merkezli bakış açısına alternatif bir yaklaşımla çözümlemeyi ve bu çözümlemeyi politik eyleme konu etmeyi hedefleyen bir akademik-politik çalışma grubu olan ARENA’nın (Asya’da Yeni Alternatifler İçin Bölgesel Değiştokuş) çevresinden. Tartışmada Doğu Asya’daki krizle ilgili vukuflu değerlendirmeler yapılırken, daha önemlisi, bölgeye yapıştırılan jeopolitik/jeostratejik ve kimliksel anlamlar sorgulanıyor. (Batı-dışı modernliklerin kıyaslanması açısından olsun, jeopolitik mülahazalarla kurgulanan ve araçsallaştırılan bölgesel üst kimliklerle ilgili olsun, böyle bir çalışma platformu fikrinin ve tecrübesinin bizzat kendisi ilham verici değil mi?) “Batı-dışı toplumları modernliğin aynasında “okuma”nın yerine “modernliği Batı-dışı toplumların aynasında yeniden okuyabilme” imkânına dikkat çeken Nilüfer Göle’nin makalesi, bu imkân için kuramsal payandalar oluşturmaya çalışıyor. Bu makale, Batı-dışı modernlik deneyimlerini, onları sabitlemeden, bizzat Batılı modernliğe yansıtılması gereken, çoğulcu, gidimli-gelimli (rekursif) bir kuramsal çerçeveye oturtmayı deniyor. Göle, bu denemede anahtar kavramlar olarak önerdiği “eşzamanlı modernlik(ler)”, hem Batı-dışında hem de Batı’dan “fazla” - ‘ileri’ demeyeceksek- bir modernliği imleyen “ekstra modernlik”, “geleneksizleşme”yi açımlıyor.

Asuman Suner’in yazısının başlığı, dosyanın temel varsayımlarından birini özetliyor: “Doğu Asya” yekpâre bir coğrafya olarak anlaşılamaz, birkaç ayrı haritaya bakarak okunması gerekir - ve bu haritalar, yaradılıştan gelmeyen, kapitalizmin sömürgecilikten ulusaşırılaşma evresine uzanan tarihsel süreci içinde çizilen ve daima yeniden çizilen haritalardır... Suner, “kaplanlar” ve “mucize” kurmacasının yükseliş döneminde, bu tarihsel sürecin özellikle sömürgeleştirme aşamasının, Batılı literatürde sessiz sedasız unutturuluşuna dikkat çekiyor. Bu kuşatıcı makale, hem bu tarihsel sürece hem de Doğu Asya ülkelerini gerek yatay kesen gerek ayrıştıran toplumsal, politik ve ekonomik etmenlere bir kuşbakışı sağlıyor. Kendisini Batı-karşıtı bir alternatif olarak takdim eden “Asya değerleri” söyleminin, (neo)liberal tassavvuru tekrarlayan bir karşı-kurmaca olduğunu gösteriyor. Suner makalesini bitirirken, Türkiye’nin modernlik deneyimi ile Doğu Asya modernlik deneyimlerinin kıyaslanmasının sağlayabileceği imkânlara işaret ediyor.

Ariel Heryanto’nun sömürgecilik-sonrası bir devlet olarak Endonezya devletinin yapısını ve bu yapı içinde güç ilişkilerinin mâhiyetini tahlil eden yazısının, Türkiye’deki okur için özellikle ilginç olduğunu söyleyebiliriz. Endonezya’da devlet rejimi ve güç ilişkileri, 1965’ten beri, sürekli canlı bir şekilde yeniden üretilen “komünist tehdidi”ne karşı önlem kipinde belirleniyor. Heryanto, bu devlet rejiminin ve söyleminin, “somut” ve “gerçek” bir tehdide tâbi- ve ‘muhtaç’- olmadığını, sonsuz denebilecek açılımlara ve bağıntılara müsait olduğunu gösteriyor. Makale, başlığında ve analitik arkaplanında bulunan Simulacra kavramının Batı, Doğu ve Batı-Doğu ikiliğiyle ilgili imkânları ve tuzakları hakkında bir tartışmayla bağlanıyor.

Hong Kong bugün sömürgecilik ve sömürgecilik-sonrası, global/ulusaşırı kapitalizm ve “komünist Çin kapitalizmi” deneyimlerini buluşturan, “biricik”, “emsalsiz” kelimelerini insanın dilinin ucuna getiren bir yerlem [kooordinat]. Çok yönlü göç hareketleri, bu buluşma yerinin kültürel bileşkesini almayı iyice müşkülleştiriyor. Ackbar Abbas, bu müşkül analizi, kültürün mekânda yansıması üzerinden yapıyor. “Gözden yitiş”in ve -sadece anlatım gücü yüksek bir olgu değil bir mecaz olarak- “göç”ün mimarîye yansıması üzerinden, etkileyici bir Hong Kong “gezintisi” eşliğinde... Kültürün globalleşmesi ile yerelleşmesi (istenirse: glokalleşmesi) arasındaki gerilim ve kavuşmalarla ilgilenenler, -bu kavramsal şablona tâbi olmaksızın- bu gezintiden yararlanabilirler.

Doğu Asya’da 1997 sonrası krizden etkilenmeyen bir büyük gövde var: Çin. Çin, Tienanmen vakasının yarattığı heyecanın yatışmasından sonra, esas itibarıyla “Şenzen kapitalizmi” üzerinden izleniyor; “Asya değerleri”ni bir “komünizm” kurmacasıyla katıştıran bir kendine mahsus/ayrıksı kalkınma efsanesi olarak işleniyor.”Ulusaşırı” literatürde Çin hakkında söyledikleri daima merak edilen Arif Dirlik, Toplum ve Bilim’in 68. sayısında yayımlanan yazısında bu “Çin kapitalizmi” efsanesini incelemişti. Dirlik, elinizdeki sayıda, “kaplanlar”/“mucize” söyleminin unutturduğu bir başka dönemi ve Çin Kültür Devrimi’ni ‘hatırlatıyor’. Kültür Devrimi’ne yoğunlaştırılmış bir yorum getirirken, bu tarihsel olayın kavramlaştırılma biçimlerini, bunun ötesinde hatırlanma ve hatırlanmama biçimlerini sorunsallaştıran bir eleştirel hatırlatma bu. Doğu Asya’ya veya herhangi bir tarihe, coğrafyaya, bugünün belleği de esir alan kurgularına teslim olmadan baktığımızda açılacak ufukla ilgili bir hatırlatma...

Toplum ve Bilim’in önümüzdeki sayılarıyla ilgili bir plan değişikliği yaptık. Bu yılın ikinci ve üçüncü sayıları, daha önce ilan ettiğimiz konularda odaklanıyor:

81. Sayı (Yaz 1999): “Türk Edebiyatı/Türkçe Edebiyat”.

82. Sayı (Güz 1999): “Almanya Türkleri: Gerçeklikler ve kimlikler”.

Daha önce 83. sayının (Kış 1999) konusunu teşkil edeceğini duyurduğumuz “hukuk, demokrasi ve insan hakları” dosyasını ise 2000 yılına erteliyoruz (bu konunun erteleme konusu olmasına zaten hep alışık değil miyiz!).

Bu yılın sonunda çıkaracağımız 83. sayının konusu, “Osmanlı Tarihi” olacak. 700. Kuruluş yıldönümünün ilan edilmesi vesilesiyle “kutlanarak” üstüne çok şey söylenecek olan Osmanlı Devletini Toplum ve Bilim’de, esas itibarıyla, devletin/merkezin dışında veya kenarında kalan topluluklara ve gelişmelere dikkat vermeye, bir de bu tarihe dair yerleşikleşmiş kalıpları sorgulamaya çalışarak ele almayı istiyoruz.

Bu yılın sonunda çıkaracağımız 83. Sayının konusu, “Osmanlı Tarihi” olacak. Elinizdeki sayıda dosya konusu dışındaki tek yazı olan, Ahmet Akgündüz’ün 1783-1922 döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda dış göçleri konu alan incelemesini, bu sayıyla ilgili bir haberci olarak değerlendirebilirsiniz. Akgündüz’ün yazısına, “sözkonusu dönemde Müslüman-Türk nüfusun neden göç etmediği” sorusunun yön verdiği söylenebilir. Bu soru ve cevabıyla yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş sürecinde ekonomik faktörlerle ekonomi-dışı faktörlerin etkileşimi ve belki de ağırlıklarıyla ilgili bir tartışmaya katkı sağlamış oluyor.

700. kuruluş yıldönümünün ilan edilmesi vesilesiyle “kutlanarak” üstüne çok şey söylenecek olan Osmanlı Devleti’ni Toplum ve Bilim’de, esas itibarıyla, devletin/merkezin dışında veya kenarında kalan topluluklara ve gelişmelere dikkat vermeye, bir de bu tarihe dair yerleşikleşmiş kalıpları sorgulamaya çalışarak ele almayı istiyoruz.