Bu sayıda...

Anayasa konusuna eğilen bir sayıyla karşınızdayız. Konu uzun süredir Türkiye’nin gündeminde. Konuşuluyor, tartışılıyor... Ama geldiğimiz noktada, kamusal tartışmanın anayasa yapma sürecine ne türden bir katkı sağladığına veya daha doğrusu herhangi bir katkı sağlayıp sağlamadığına dair elimizde bir karine yok. Aslına bakarsak bunda şaşılacak fazla bir şey de yok çünkü kamusal tartışmanın diyalog olarak açığa çıkması, görüş ve gerekçelerin müzakere ve çekişme yoluyla ortak bir söze dönüşebilmesi, büyük ölçüde, siyasal alanın nasıl kurulmuş olduğuna bağlıdır. Siyasal alanın kurulumu da nihai ifadesini anayasada bulur. Dolayısıyla, Türkiye toplumuna özgü olmayan, ama içinde bulunduğumuz durumu anlamak için göz önünde tutmamız gereken bir paradoksla karşı karşıyayız. Demokratik meşruiyete sahip bir anayasa yapma süreci, evet, diyalojik bir kamusal alan gerektiriyor; ama unutmayalım, diyalojik bir kamusal alan da demokratik bir anayasanın varlığını ve işlerliğini gerektirir. Anayasal krizler toplumların bu paradoksu yaratıcı biçimlerde aşındırmasını mümkün kıldığı gibi, onun pekiştirilmesine veya yeni hegemonya biçimlerinin inşasına da zemin hazırlayabilir...

Bill Kissane, İrlanda deneyimini irdelediği yazısında, hegemonik biçimde dayatılan, hâkim konumdaki siyasal partinin oldubittisiyle kotarılan bir anayasanın hikâyesini anlatıyor. Ve haklı olarak bu hikâyenin Türkiye için de önemli dersler içerebileceğini belirtiyor. Uzlaşmaya ve mutabakata dayalı anayasa yapma süreçlerinin demokrasi için önemini yadsımamakla birlikte, anayasanın yapılma biçimi ile demokrasinin orta ve uzun vadede pekişmesi arasında “otomatik” bir ilişki olmadığını ileri sürüyor Kissane. Yazı, bir yandan İrlanda ve Türkiye arasındaki bazı şaşırtıcı benzerliklerin altını çizmesi, diğer yandan da bir anayasanın ayakta kalma ve demokratik meşruiyet kazanma koşullarına ilişkin daha genel saptamalarda bulunması bakımından önem taşıyor.

Murat Sevinç’in yazısı, “Anayasaların Doğumu”, hem bir serimleme hem de bir “müdahale” niteliğinde. Türkiye’deki anayasa tartışmasına bir yandan dünyadaki örneklerin ışığında (ABD, Fransa, İspanya, Güney Afrika), diğer yandan da anayasacılık literatürünün temel kavram ve sorunlarından hareketle bakarak, kapsayıcı bir serimleme yapıyor Sevinç. Ama daha önemlisi, süregiden tartışmada görmezden gelinen, ciddi biçimde sorulmayan ve dolayısıyla ciddi olarak da yanıtlanmayan bir sorunun altını çizmesi: Neden yeni bir anayasa? Gerçekten de yeni bir anayasanın “neden” yapıldığı, yapılması gerektiği sorusu büyük ölçüde “kim” ve “nasıl” sorularının gölgesinde kaldı şimdiye dek. Yürürlükteki 1982 Anayasası uyarınca seçilen TBMM’nin “kurucu iktidar” kullanmaya hazırlandığı göz önüne alınırsa, “neden” sorusunun önemi ve söz konusu sorunun işaret ettiği “gerekçelendirme” talebinin anlamı daha açık bir biçimde görülecektir. Sevinç’in makalesi normal seçimlerle oluşan yasama organı eliyle kurucu iktidar kullanımının içerdiği, ima ettiği tehlikelere dikkat çekiyor ve bunu yaparken de “kuruculuk” vasfının ikna edici gerekçelerden bağımsız düşünülemeyeceğini vurguluyor.

Anayasacılık ve demokrasi arasındaki gerilimin yüksek tansiyona dönüştüğü malum konu: Anayasal yargı. Ece Göztepe’nin yazısı bu meşakkatli konuya serinkanlılıkla yaklaşırken, sorunu, özellikle ABD ve Fransız geleneklerine bakarak tarihsel bir perspektif içine yerleştiriyor. Anayasal yargı ve demokratik meşruiyet ilişkisini hangi terimlerle tartışabileceğimizin muhasebesini yapıyor. Tartışma sahasındaki tuzakların, tümsek ve çukurların bir haritasını çıkarması bakımından, Göztepe’nin yazısı yeni yazılar için de bir davet niteliğinde aynı zamanda. Önümüzdeki sayıda Anayasa dosyamızı sürdüreceğimizi belirtelim.

 

***

 

Geçen sayıdaki biyoiktidar/biyopolitika dosyamızı da kapatmadık. Bu konuyu elinizdeki sayıda iki “artçı” makaleyle sürdürüyoruz. İkisi de “ağır” konulara giriyorlar: 12 Eylül askerî rejimi döneminde Diyarbakır askerî hapishanesi olayı ve gaziler… Derya Fırat ile Hande Topaloğlu, 1980-84 dönemindeki dehşetiyle Türkiye’nin herhalde en belâlı bellek mekânı olan Diyarbakır askerî hapishanesini, “total kurum”, “disipliner kurum” ve “kamp” kavramları ışığında inceliyor. Makaleyi değerli kılan bir başka yan, ne yazık ki ender rastlanan bir işi yapması: Goffman, Foucault ve Agamben’in kavramsal aletleriyle malzemesi arasında gerçekten alış verişli, tartışan bir ilişki kurması. Nurseli Yeşim Sünbüloğlu, “askerî sakatlık” olarak tanımladığı gazilik durumunun medyada temsilini incelerken, konuyu militarizm ve hegemonik erkeklik bağlamına oturtuyor. Beden temsillerinin erkekliğin inşasındaki rolünün teyidi ve sınaması, makalenin öncelikli ilgilerinden biri. Profesyonel askerlik-zorunlu askerlik deneyimlerindeki farkın yeniden ürettiği zihin-beden ayrımının, sınıfsal bir ayrımı yeniden üretmesi, Sünbüloğlu’nun yazısındaki önemli tespitlerden biri. Zira hegemonik erkekliğe beden üzerinden dahil oluyor olmaları, zorunlu askerlik sırasında sakat kalmış alt sınıftan insanların yaşadığı erkeklik krizinin anahtarını sunuyor.

AKP iktidarı, şimdiden, Türkiye’nin siyasal tarihinde başlıbaşına bir dönem statüsü kazanmış durumda. Yiğit Karahanoğulları, bu dönemin ekonomi-politik analizini yapıyor. AKP’nin ekonomi-politik stratejisini, ithal ikameci geleneksel popülizmden ve Özal’lı yılların (Korkut Boratav’ın tabiriyle) “yoz popülizm”inden farklılaşan neoliberal popülizm kavramıyla açıklıyor. Uluslararasılaşmış-finansallaşmış piyasa mekanizmasının, sıcak para hareketleri, değerli kur rejimi, tüketici kredilerinde genişleme, yükselen cari açık gibi etmenlerle, -geçici olarak- “almadan verme” koşullarını yaratması, bu popülizmin temelini oluşturuyor Karahanoğulları’na göre.

Ekonomi-politik rejimle cinsiyet rejimi arasındaki eklemlenmenin bir veçhesini ele alan Sidar Çınar’ın makalesiyle devam edelim. Çınar, ev eksenli çalışan kadınların ilişki ağlarının, gerek üretim (ve sömürü) örgütlenmesi gerek dayanışma bakımından nasıl işlev gördüğünü inceliyor. Bu sosyalleşme “açılımının”, kadınlar için bir yanda yardımlaşma ve dayanışmaya, diğer yandan toplumsal-kültürel farklılıklara dayanan gerilimlere kapı açtığını gösteriyor.

 

Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin görünümlerini inceleyen iki makale de, zımnen bir küçük dosya oluşturuyorlar. Güven Gürkan Öztan ve Tebessüm Öztan, militarizm ve anti-komünizmin kesiştiği bir olay, bir imge, bir efsane olarak Kore Savaşı’nı ele alıyorlar. Yarım asır geride kalırken toplumsal belleğin derinlerine gömülen Kore Savaşı, Türkiye’de özellikle anti-komünizmin mitlerinin ve zihniyet kalıplarının inşasında ve yeniden üretiminde önemli rol oynamıştı. Fahrettin Altun’un makalesi, milliyetçi-muhafazakârlığın ikonlaşmış bir şahsiyetiyle, Necip Fazıl’la ilgili. Altun, Necip Fazıl’ın, coşkun bir husumet diliyle hesaplaştığı Kemalist resmî tarihin modernleşme tasavvuruyla aslında nasıl ortaklaştığını gösteriyor. İki zıt kutup olarak görünen/bilinen bu iki anlayış, iktidar istenci, kurtarıcı arayışı, kalkınmacı söylem, her şeyi “ortak iyi” ve “doğru gelecek” adına seferber etme gibi yönelimleriyle, hemâhenkler.

Bu sayıda yine zımnen bir dosya oluşturduğunu söyleyebileceğimiz bir başka odaklanma, sosyal teori üzerine tartışmalarla ilgili. Önümüzdeki sayılarda Türkiye’de sosyal bilimlerin eleştirel bir tarihsel analizine eğilmeyi tasarladığımızdan, bu demet içinde ilkin Cangül Örnek’in makalesine dikkat çekiyoruz. Cangül Örnek, 1950’li yıllarda ithal edilen Amerikan sosyal bilim anlayışının Türkiye’de bu alana vurduğu damgayı inceliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin “Hür Dünya”ya bağlanmaya karar vermesiyle maruz kalınan bu positivist-ampirisist etkinin, özellikle bazı disiplinlerde daha önce oluşmuş güçlü bir birikimin yokluğunda, hızla hegemonik hale geldiğini gösteriyor.

Sosyal teori alanına eğilen diğer iki makalenin konusu “yerli” değil. Nurullah Ardıç, Michael Mann’ın temel eserlerini ele alarak, onun önemli temsilcilerinden olduğu tarihsel sosyolojinin imkânlarına dikkat çekmeyi hedefliyor. Özellikle Mann’ın “dört boyutlu iktidar teorisine” odaklanırken, onun çalışmalarına yöneltilen eleştirileri aktarmaktan da geri kalmıyor. Ali Sipahi, yayına yeni başlayan bir İngilizce antropoloji dergisini, HAU: Journal of Ethnographic Theory’i tanıtırken, bunu antropolojideki yeni tartışmaları gündeme getirmek için vesile sayıyor. Bu derginin manifestatif teorik çıkışı, antropolojinin Avrupa-merkezciliğinin yeni yollardan geri dönmesini ve “antropolojiden kavramsal düzeyde beslenen bir felsefe yerine, felsefeden kavram alan bir antropolojiye ağırlık verilmesini” sorgulamasıyla dikkat çekiyor.

Bir de kitap eleştirisine yer verme olanağı bulduk. Fikret Adaman ve Ayşe Mumcu, Ümit Sönmez’in Piyasanın İdaresi kitabını ele alıyorlar. Globalleşen kapitalizm ortamında ulus devletlerin yumuşak karnı olarak tanımladıkları düzenleme kurumları hakkındaki kitabı yararlı bulurken, “keşke”lerini de söylüyorlar.