Bu Sayıda

Toplum ve Bilim’de, sosyal teorinin çok okunan, genellikle de okunmaktan ziyade anılan ve alıntılanan düşünürlerinin fikir sistematiğini tanıtan ve tartışan yazılar yayımlamaya önem veriyoruz. 116. sayımızda Özgür Soysal’ın Jacques Rancière üzerine çalışması gibi... Elinizdeki sayıda da Bahadır Türk’ün Slavoj Žižek üzerine makalesi, aynı işlevi görüyor. Slavoj Žižek,herhalde zamanımızın en dikkat çeken düşünürü. Üretiminin bereketi, çeşitliliği, teorik söyleminin sivriliği ve belâgati, onu hep ‘ilginç’ kılıyor. Bu bir popüler kültür şöhreti değil basitçe. Žižek’te,radikal ve muhalif sosyal teoriyle meşgul herkesi ilgilendirecek bir şey var. Bahadır Türk, mufassal bir Žižek rehberi sunmakla kalmıyor, onu gerçekten tartışıyor, düşüncesinin problemlerini çözümlüyor. Kendi ifadesiyle: “Žižek’i eksiklikleri ve ıskaladıklarıyla düşünme”ye çalışıyor.
Bundan birkaç yıl önce Türkiye’de bir edebiyatçının, György Lukács’ı köylü ve ilkel bir kültür ve edebiyat anlayışının temsilcisi olarak damgalayan sözleri ‘meşhur’ olmuştu. Hasan Ünal Nalbantoğlu ile Barış Mücen’in Marksist Macar düşünürün anlam arayışını gündeme getiren makalesi, Lukács’ın böyle yarı-tahsilli kabalıklarla bir kenara atılamayacağını hatırlatıyor. Bu da “rethinking”in hikmetini gösteren yazı. Ünal Nalbantoğlu, otuz yıl önceki bir çalışmasını, Barış Mücen’in işbirliğiyle geliştirerek yeniden yazdı. Dergimizin bu sayısında düşünürlere dair refleksiyon bir ağırlık merkezi oluşturuyor. Üzerine eğilinen bir başka ‘büyük’ isim, Hannah Arendt. Genç akademisyen Onur Kara, “Arendt ve politika tutulması” başlıklı yazısında, aynı zamanda, bir yılı aşkın süredir takip ettiğimiz “Türkiye toplumunu birarada tutan nedir?” sorusu etrafındaki tartışmayı sürdürüyor. Kara’nın Arendtgil ilhamla yaptığı tesbit, bu yazının provokasyonunu özetliyor: “Türkiye toplumu, apolitikliği ve anti-politikliği içselleştirmiş bir kitle olması dolayısıyla ancak biraradadır; eylemsizlik halindedir, durmaktadır.”
Arif Dirlik, Toplum ve Bilim’e katkısını, Anglosakson akademik literatürdeki tabiriyle bir “rethinking” makalesiyle sürdürdü. Türkçesiyle: Tekrar düşünüyor, yeniden ele alıyor; 20 yıl önce yayımladığı önemli bir makalesindeki konuları, Çin Devriminin 60., “Reform ve Açılım” politikasının 30. yıldönümü vesilesiyle yeniden masaya yatırıyor. Post-sosyalizm kavramı temelinde analiz ettiği günümüz Çin’inde, yeni “kalkınmacı” çizgi bağlamında bir “toplumsal ve siyasal dönüşüm” isteğinin veya şiarının durumunu, imkânlarını, geleceğini tartışıyor. ‘Çin’e mahsus sosyalizm’ deneyinin muhasebesiyle ‘yeni’ Çin jeopolitiğinin analizini hemzemin kılan bir bakış.
20. yüzyıl başı sosyal tarihine eğilen iki makale yer alıyor elinizdeki sayıda. Uzun yıllar bir “politik başarı öyküsü” addedilen, –milliyetçi bakış açısından öyle addedilmeye de devam eden–, Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, bir zamandır travmatik bir olgu olarak sorgulanıyor. Onur Yıldırım’ın makalesi, Mübadele’nin tam da toplumsal travma veçhesine bakıyor. Bunu yaparken de Türkiyeli okurların aşina olmadıkları bir malzeme kullanıyor: İki Yunanlı yazarın, Mübadele’nin “faydalarına” odaklanan çalışmalarını ele alıyor. Söz konusu metinlerde, bu zorunlu göçü, etnik homojenliği tesis eden bir “vaka-yı hayriye” olarak gören milliyetçi zihniyeti teşhis ediyor.
“Önce Mülkiye sonra Türkiye” sloganını biliriz: Türkiye’nin modern öncü okullarından Mülkiye Mektebinin zümrevî elit ideolojisini hicvetmek üzere kullanılır. Mehmet Beşikçi, Mülkiye Mektebinin erken dönemini mercek altına alarak, bu okul mezunlarının kendilerine nasıl bir politik misyon atfettiklerini inceliyor. Meslekî-zümrevî dayanışma ile “vatan kurtarma” ülküsü arasında salınan ilk kuşak Mülkiyelilerin bu kesiti, kâh Kemalizmin ön-tarihini, kâh bürokrasi tarihini, kâh kamu emekçileri örgütlenmesinin ön-tarihini incelemeye dönük patikalar açıyor.
Türkiye’de son yıllarda doğa tahribine karşı muhalefet hareketlerinde belirli bir gelişme var. Bu hareketlerin sosyo-politik analizine ilişkin çalışmalara ihtiyaç var. Duygu Avcı, Fikret Adaman ve Begüm Özkaynak’ın Kazdağı’ndaki altın arama faaliyetlerine karşı gelişen direnişin söylemini inceleyen çalışması, bu açığa kapatmaya dönük bir katkı sağlıyor. Bu direnişte adalet, geçim, ekolojik denge, yerel kalkınma, çevre hakkı, ekonomik fayda gibi söylem unsurlarının nasıl, hangi stratejilerle eklemlendiklerine bakıyor yazarlar.
Bu sayıda, toplumsal cinsiyet araştırmaları ‘branşında’ bir katkı da yer alıyor. Ece Öztan’ın uzun makalesi, Amsterdam/Hollanda’daki göçmen kadınlar örneğinde annelik rejimini inceliyor. Bu deneyimlerin, kamusal-özel hayat alışverişi içinde hem anneliği hem de “göçmen kadın” kimliğini nasıl yeniden ürettiğini gösteriyor.
“Türkiye toplumunu birarada tutan nedir?” meselemizi, sadece Onur Kara’nın yazısıyla değil, geçen sayıda açtığımız soruşturma formatında da sürdürdük. Ümit Cizre’nin provokasyonu:“Ordu bütünüyle toplumdur” önermesinin düşündürdükleri üzerine.