Bu sayıda...

Türkiye toplumunu birarada tuttuğunu varsaydığımız özneler/değerler/yapılar/güçler nelerdir?
Demokrasi? Cumhuriyet? Milliyetçilik? Din? Klientalizm? Korporatizm? Aile, ataerki? İstisna rejimleri? Popüler kültür ve medya? Dayanışma? Liberal “iyimserlik” ve pragmatizmin hegemonyası? Şiddet? Suç ortaklığı, yalan?
Toplumu veya onun bir bölüğünü birarada tutan mekanizmaları tahlil etmek, aynı zamanda, doğrudan doğruya, bu öznelerin/değerlerin/yapıların ‘bütünleştirmedeki’ zaaflarını, daha önemlisi sahici bir toplumsallığa, kamusallığa, politikliğe elvermeyişlerini de açığa çıkarmak anlamına geliyor.
Odakta, “toplumsal”ın ‘ne’liğini tartışmak var aslında. Türkiye’nin modern tarihinde “toplumsal” nasıl inşâ edildi/edilemedi? Zamanımızda, yurtta ve cihanda, çözüldüğü söylenen toplumsalı yeniden kurmanın imkânları ve dinamikleri neler olabilir?

“Türkiye toplumunu birarada tutan nedir?” sorusu etrafında yürüteceğimiz tartışmanın çerçevesini böyle çizmiştik. Bu çerçeve bir-iki sayıda tüketeceğimiz bir dosyayı değil, belki bir yıl boyunca izleyeceğimiz bir hattı tanımlıyor. Toplum ve Bilim’in önümüzdeki birkaç sayısında, bu tartışmaya yer ayıracağız.
Elinizdeki sayıda, mütevazı bir başlangıçla, sorumuzu şiddet ve klientalizm başlıkları altında ele alan yazılarla açıyoruz bu hattı. Hamit Bozarslan, uzun süredir şiddet üzerine yürüttüğü çalışmaların ışığında, Türkiye toplumunda şiddetin bölücü ve birleştirici rolünü irdeliyor. Süreğen şiddete rağmen toplumun çözülmemesinin (veya belki: tamamen çözülmemesinin) izahına dönük hipotezler ortaya koyuyor. Hipotezlerden biri, belki de bütün hipotezlerin sivri ucu: Hem şiddet üreten hem ürettiği şiddeti dizginleyen, deyim yerindeyse dozunu kontrol altında tutan bir ‘mekanizmanın’ varlığıdır. Toplumsalı ketleyen bir bıçak sırtı hal... Şiddet sorunuyla yüzleşmemeyi de şiddet sarmalını sürdüren bir etken olarak kaydeden Bozarslan, bu etkeni başlıbaşına araştırma konusu olması gereken bir meseleye de bağlıyor: Kolektif bir savunma mekanizması olarak unutma ve yaralı ama refleksif olmayan bir hafıza...
Klientalizm, teğelleri tutmayan bir toplumu birarada tutabilmek için “elde kalan son tutkal” mı? Bir tür sosyal dayanışma ikamesi? Kamusallığın inşası, vatandaşlığın ‘gerçekleşmesi’ ideali soluklaşırken, bir tür B planı? Yoksa zaten o idealler başından itibaren klientalist ağlarla mı örülmüştü? Ayşegül Komsuoğlu’nun uzun makalesi, bu sorular etrafında dolaşıyor. Politik kültürün genellikle bir utanç konusu olarak anılan bu direngen yapıtaşının, Türkiye’de Cumhuriyet dönemi boyunca gerek dönemsel gerek politik açıdan farklı eklemlenme biçimlerini ele alıyor. Ayrıca klientalizm kavramına ilişkin literatürün eleştirel serimlemesini yapması, yazının başlı başına değerli bir katkısıdır.
Tekrarlarsak, elinizdeki sayıda, “Türkiye toplumunu birarada tutan nedir?” sorusunun işaret fişeğini atmış oluyoruz. 2010 yılındaki sayılarımızda, cevaplarından öte bu soruyu çoğaltmayı umarak...
Basının da görselliğin de imkânlarının sınırlı olduğu erken cumhuriyet döneminde mizah, bilhassa karikatür, politik kültürün biçimlenmesinde küçümsenmeyecek bir etkiye sahipti. Funda Şenol ve Levent Cantek’in incelemeleri, pek dikkat edilmeyen bu kaynak üzerine. Dönemin politik mizahındaki, esas olarak karikatürlerindeki, tahkir edici söyleme dikkatimizi çekiyorlar. Ve tahkirin gözde taktiğinin kadınsılaştırma olduğunu gösteriyorlar. Modernleş(tir)me ‘ereksiyon’unun eril ve maçist karakteri üzerine düşünmek için bir vesile...
‘Devam’ yazılarına verdiğimiz değeri biliyorsunuz. Bu sayıda, 113. sayımızdaki sınıf teorisi tartışmalarına bağlanan bir makale ile, bir yanıyla 104. sayımızdaki “zenginler” dosyasını bir yanıyla 115. sayıdaki “kentsel hayat ve güvenlik kaygısı, güvenlik endüstrisi” izleğini sürdüren bir makale yer alıyor. Özgür Soysal, sınıf kavramını hâlâ ve yeniden önemseyenlere taze bir soluk veren ve son beş yılda Türkçeye çevrilen eserleriyle Türkiye’de de ilgi görmeye başlayan düşünür Rancière’in düşünce dünyasının vukuflu bir değerlendirmesini yapıyor. Rancière’in politika, demokrasi, eşitlik kavrayışlarını, onun proletarya kavrayışı ve sınıf mücadelesi yorumuyla ilişkili olarak sergileyen Soysal’ın şu cümlesini, kilit tespit olarak aktarabiliriz: “Rancière ‘politikayı sınıf mücadelesi perspektifinden görmekten’ –ve böylece politikanın anlaşılırlığının sırrını sınıf mücadelesinin katı yasaları içine yerleştirmekten- ziyade ‘sınıf mücadelesini politika perspektifinden’ görmeye çalış[ır.]” Şerife Geniş’in makalesi, günümüzün üst orta sınıflarının, şehrin tekinsiz ve kaotik çelişkilerinden kaçarak kendi ifadeleriyle “sığındıkları”, yoksulların ve göçmenlerin ulaşamayacağı, korunaklı ve hijyenik siteler üzerine. Şerife Geniş, neo-liberal dönüşümlerin en somut göstergelerinden birine, uydu kent formunda planlanmış ve büyük ölçekli bir güvenlikli siteye, özel bir kasabaya odaklandığı yazısında, kapsamlı bir literatür özeti sunduğu gibi sahaya inerek site sakinlerinin görüşlerini de aktarıyor. Özel site ‘sığınmacıları’, orada yaşamanın kendilerini ne denli farklı hissettirdiğini de resmediyorlar.
Toplum ve Bilim’de ziyadesiyle değer verdiğimizi bildiğiniz bir başka ‘iş’, sahih anlamıyla eleştiridir. Mehmet Evren Dinçer ve Bora Erdağı, Frankfurt Okulu ve özellikle Benjamin’e yönelik çalışmalarıyla bilinen Besim Dellaloğlu’nun yorumlarını özgün metinlerle karşılaştırarak tartışıyorlar. Bu tartışma, akademik bir polemik niteliği taşıdığı gibi genel olarak Benjamin metinlerini ve Türkiye ortamında anlaşılma biçimlerini tartışmaya açıyor. Yazarların ek olarak Benjamin’i Adorno’yla okuma imkânlarını ele aldıklarını da not edelim.
Türk-İş’in 1962 yılında kurmaktan son anda vazgeçtiği Türkiye Çalışanlar Partisi girişimi, Türkiye’de siyasal tarihin ve emek tarihi çalışmalarının puslu bir efsanesidir. Gökhan Atılgan, bu geçiştirilen ara başlığı mercek altına alıyor. Türkiye Çalışanlar Partisi çeşitli biçimlerde değinilmesine karşın ayrıntılı olarak incelenmemiş ve oldukça tartışmalı ifadelerle betimlenmiştir. Atılgan, bu olaya hem betimsel düzeyde açıklık kazandırıyor hem de mevcut değinilerin tartışmalı yönlerine dikkat çekiyor.
Akın Öge’nin, Türkiye’de resmî milliyetçiliğin milliyet (Türklük) kavrayışını “Dış Türkler”le ilgili kurumlar ve onların faaliyetleri üzerinden analiz eden makalesini de bir devam yazısı sayabiliriz. Ne olsa, Türkiye’de milliyetçi ideolojinin teşrihi, sosyal teorinin daimî gündem maddelerinden birini oluşturuyor, oluşturmalı. Öge’nin çalışması, her şeyden önce, resmî Türk milliyetçiliğinin etnisist bir algıya dayanmadığı yolundaki hüsnükabulün geçersizliğini bir defa daha ortaya koyuyor.
Kitap tanıtım ve eleştiri yazıları açısından da zengin bir sayı sunuyoruz. Bayram Ünal, Aslıhan Aykaç’ın Yeni İşler, Yeni İşçiler: Turizm Sektöründe Emek kitabını turizm sektöründeki emek kavramının temel dinamiklerini incelediği için önemsiyor; çalışmanın, tarım ve turizm sektörleri arasındaki bağımlılığı, kayıt dışı ilişkilerin sosyal boyutlarını ve çocuk emeğinin kullanımını açığa çıkardığını düşünüyor. Ali Murat Özdemir ise sadece China Miéville’in Between Equal Rights: A Marxist Theory of International Law adlı kitabını değil, Yapısalcı Marksist yaklaşımları ve Uluslararası Hukuk literatürünü değerlendiriyor. Hasan Keser de üç ayrı kitap üzerinden pozitivizmin sosyal bilimlerdeki, özellikle beş ana disiplindeki (tarih, antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ve ekonomi –kısmen psikoloji) etkilerine ilişkin eleştirileri özetliyor. “Nasıl bir bilim?” sorusunun ekseninde dönen bir tartışma sunuyor bize.