Bu sayıda...

Toplum ve Bilim’in elinizdeki sayısında dört yazıdan oluşan küçük bir dosyaya yer veriyoruz. Bu sayıya adını veren “Ataerkil Tezahürler” başlıklı dosyada yer alan yazıların ortak kaygısı, farklı yöntemsel ve kuramsal dayanakları olsa da feminist bir bakış açısından günümüz Türkiyesi’ndeki ataerkilliğin farklı toplumsal pratikler içindeki tezahürlerini incelemek. Ataerkillik kavramı, son yıllarda feminist literatürde yaygınlaşan bir eğilime uygun olarak “homojenleştirme”, “evrenselleştirme” ve “indirgemecilik” gibi imâlar taşıdığı gerekçesiyle sorgulanıyorsa da eşitsizlik ve baskı deneyiminin ortaklığına işaret eden bir soyutlama olarak hâlâ önemini koruyor. Ancak kavramın yukarıda söz edilen türden teorik ve politik sonuçlara yol açmaması için, ataerkilliğin farklı pratik bağlamlar içinde farklı tezahür biçimleri olduğu gerçeğini de mutlaka vurgulamak gerekiyor.

Zaten Bayrakçeken Tüzel’in işaret ettiği gibi “ataerkilliğin tanımlanmasını önemli ve aynı zamanda problemli kılan şey, paylaşılan baskı deneyimine işaret edebilecek, aynı zamanda da bu deneyiminin çeşitliliğine ve yaygınlığına bağlı olarak ortaya çıkan varyasyonlarını ayrıştırabilecek bir tanım yapmanın güçlüğüdür”. Dosyadaki yazılar bu ortak kaygıyı yansıtıyor. Yazıların üçü birbiriyle daha doğrudan ilişkili olarak, kadınların bilgisi, kızların eğitimi, yüksek eğitimli meslek sahibi kadınların özyaşamöyküleri ve okul ortamlarında cinsiyet ilişkilerinin kuruluşu gibi farklı boyutlarıyla birlikte eğitim ve meslek pratikleri içindeki ataerkillik tezahürlerine odaklanırken, dördüncü yazı ise eski ve yeni Türk Ceza Kanunu üzerinden erkek egemenliğinin hukuk alanındaki tezahürlerine dikkat çekmeyi hedefliyor. Dosyadaki yazılar bir yandan ataerkil örüntülerin gücüne ve şekil değiştirse de devamlılığına dikkat çekerken bir yandan da her alana özgü toplumsal deneyimin karmaşıklığının altını çiziyor ve ataerkil örüntülere yönelik direniş boyutunu öne çıkarıyorlar. Ve nihayet, tüm yazılar farklı biçimler ve bağlamlarda da olsa, Akşit’in ifadesiyle “...kadınların kamusal alanının... yeniden keşfedilmesi için algıları biraz açma, verili çerçevelerden taşmayı göze alma ve herhalde en önemlisi beraber çalışma” ihtiyacına yanıt vermeye çalışıyorlar.

Akşit, Bayrakçeken Tüzel ve Sayılan ile Özkazanç’ın yazıları birlikte okunduğunda, Osmanlı’dan 2000’li yıllar Türkiyesi’ne kadar uzanan tarihsel süreçte eğitim ve meslekler alanında kadınların deneyimlerinin nasıl şekillendirilip, ne gibi dönüşümlerden geçtiğine dair derin bir kavrayışın geliştirilmesine katkı sağlıyorlar. “Haydi Kızlar Okula” kampanyasının öne çıkardığı düşüncelerden kalkarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dönerken yaşanan tarihsel kırılmaya odaklanan yazısında Akşit, hem kadınların tarihinin ihmal edilmiş bu boyutunu aydınlatıyor hem de “kadınların bilgisi ve kadın dünyalarını” önemseyen bir perspektiften kamusal alan tartışmalarına kavramsal bir müdahalede bulunmayı hedefliyor. Başka bazı önemli tarihsel ve kuramsal vurgularının yanı sıra bu yazı asıl olarak “devlet” ve “kamu” kelimelerinin kadınların da dahil olduğu bir çokluğu ifade etmekten uzak olduğu bir durumda, kızların devlet eliyle eğitiminin barındırdığı ataerkil imalara işaret etmesiyle öne çıkıyor ve bu noktada diğer yazılara bağlanıyor.

Nitekim Bayrakçeken Tüzel’in yazısı da Türkiye’de ilk nesil meslek kadınlarının özyaşam öykülerine odaklanarak, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde devlet ile kadınlar arasında eğitim ve meslek üzerinden kurulan ilişkinin sorunlu niteliğine dikkat çekiyor. Sözlü tarih çalışmasına dayanan yazısında Bayrakçeken Tüzel, bir yandan bu kadınların deneyimlerinin Kemalizm ile profesyonelizm gibi iki farklı ama ilişkili pratik içinde ataerkil bir biçimde şekillendiğine vurgu yaparken, bir yandan da bu ilk nesil kadınlara yapıştırılan “ulusun anneleri” imajını yeniden üretmeyen ve kadınların deneyimlerinin karmaşıklığına yer açan bir hassasiyet gösteriyor. Bayrakçeken Tüzel’in yazısı devlet ile kadınlar arasında eğitim üzerinden kurulan ve değişen biçimlerde de olsa ataerkil kalmaya devam eden ilişki biçiminin, bu ataerkil sürekliliğe rağmen Cumhuriyet’in ilk nesil kadınları için nasıl kişisel olarak dönüştürücü ve güçlendirici olduğuna dair bir hatırlatma olarak da okunabilir. Bu açıdan radikal bir modernleşme hamlesinin yapıldığı Cumhuriyet’in ilk dönemi ile Sayılan ile Özkazanç’ın konu edindiği 1980 sonrası neo-liberal dönüşüm evresini, kamusal eğitimin edindiği tarihsel anlam ve önem açısından karşılaştırmak ve bunun kadınlar açısından doğurduğu farklı sonuçlara bakmak öğretici olacaktır. Nitekim Sayılan ile Özkazanç, ulusal kalkınmacı ve modernist zeminin çözülmesi sonucunda kamusal eğitimin düştüğü yapısal kriz bağlamında, somut bir zemin olarak okulun erkek egemenliğinin kuruluşundaki özgün katkısının ne olduğu sorusunu yanıtlamaya çalışıyorlar. Ankara’da bir devlet lisesinde yaptıkları etnografik araştırmaya dayanan bu yazıda yazarlar, okulun cinsiyetçi ilişkilerin yeniden üretiminde oynadığı asıl rolün, okulun eril bir direniş kültürünü kışkırtıyor olmasından kaynaklandığına işaret ediyorlar. Son olarak, erkek egemenliğinin hukuktaki yansımasını cinsel tecavüz tartışması üzerinden ele alan yazısında Kurtoğlu, diğer yazılarla aynı izleği paylaşıyor ve Türkiye için çok güncel ve önemli bir tartışmayı irdeliyor. Eski ve yeni TCK metinlerini önceki ve sonraki tartışmalar5 la birlikte analiz eden Kurtoğlu, kültürel şiddet vurgusu çerçevesinde eski ile yeni arasındaki kopuş ve sürekliliklere dikkat çekiyor.

 * * *

‘Müstakil’ yazılara gelince... 109. sayımızda, Batı’da ve Türkiye’de polis örgütlerinin neo-liberal iktidar kurgusu ve ‘toplumsal’ın dönüşümü bağlamında nasıl yeniden yapılandığını ele alan makalesini yayımladığımız Biriz Berksoy, elinizdeki sayıda Türkiye’deki polis alt-kültürünü inceliyor. 1960 sonrasında polis söyleminin nasıl kurulduğunu, ‘teşkilât’ kayıtlarına ve polis memurlarıyla görüşmelere dayanarak serimliyor. “Devleti kutsayan, milliyetçi muhafazakâr, militarist, bazı kesimleri düşmanlaştıran ve insan haklarını talileştiren” bir söylemle karşılaşmak şaşırtıcı olmasa gerek; fakat bu söyleme bir alt-kültür olgusu bağlamında ve bir sosyalleşme deneyimi olarak bakmak, -onu dönüştürmenin imkânlarını düşünürken de-, öğreticidir.

Göçmenlerin durumuna bakmak, her zaman, ‘Anayasal’ milliyetçiliğin ve vatandaşlık statüsünün reel işleyişini anlamak için iyi bir testtir. Didem Danış ve Ayşe Parla, Irak Türkmenleri ve Bulgaristan Türkleri’nin göçmenlik statüleri ve deneyimleri örneğinde bunu yapıyorlar. Etnisist milliyetçiliğin reel işleyişine de mercek tutulmuş oluyor bir yandan: Soydaşlık kavramının devletin dış politika stratejileri çerçevesinde nasıl araçsallaştırıldığını, ‘natüralizasyon’ açısından imtiyaz teşkil eden etnik kimliğin nasıl “nafile” hale gelebildiğini görüyoruz. “Soydaş” göçmenlerle ilgili makbullük hiyerarşisini tespit etmek, Türk milliyetçiliğinin analizi için ipuçları sunuyor. Makale ayrıca, göçmen derneklerinin örgütsel davranışına da bakarak, “nafile-soydaşların” hayal kırıklıklarının ve tutunum stratejilerinin dinamik alanına yönelik ilgilere pencere aralıyor.

Müzikli ve şenlikli bir yazı: Koray Değirmenci’nin, Selim Sesler ve Hüsnü Şenlendirici örneğinden hareketle, Roman müziğinin icraları üzerine bir tartışma yürüttüğü makalesi. Değirmenci, Romanlık imgelerinin üretimi, yerellik/otantiklik ile küresellik ve kozmopolitanlık arasındaki bağlar, dünya müziği ‘konsepti’, müzik piyasası-endüstrisi başlıkları altında ele alıyor meseleyi. Popüler kültür bağlamında ilgiye değer olduğu kadar, “globalleşme” sorunsalının doğrusu biraz da bıktıran gündemine yeni bir nefes üflemeye yarayabilecek bir katkı...

Türkiye’nin erken Cumhuriyet dönemi üzerine eleştirel tarih çalışmalarının, on-on beş yıldır Türkiye’de sosyal teorinin nitel ve nicel siklet merkezlerinden birini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ataerkil Tezahürler dosyasındaki Bayrakçeken Tüzel makalesini de bu fasılda değerlendirebiliriz. Aynı araştırma gündemini geliştiren bir katkıyı, Sevim Odabaş’ın “Cumhuriyet Dönemi Türk Modernleşmesi, Sıhhiyesi ve Hekimleri, 1920–1946” başlıklı makalesi sunuyor. Odabaş, “aileyi, okulu ve orduyu sıhhileştirmeye ve bedenleri vatanın/ulus bedeninin göbek kordonuna ya da yeni biyo-politik düzenin simgesel ve işlevsel ağına düğümlemeye çalışan” Cumhuriyet’in sıhhat siyasetinin toplumsal, sınıfsal, mesleksel, cinsel veçhelerine dikkat çekerken, bu siyasetin devamlılığına ilişkin anlamlı sorular soruyor.

 Toplum ve Bilim’de ekonomi-politikten geri kalmamaya hep dikkat ediyoruz! Ekonomi-politikle işletme ‘branşının’ ilgilerini kesiştiren bir makale: Dürdane Şirin Saracoğlu ve Zeynep Başak, “yeni” ekonomide aslîleşen ve Türkiye’nin global ekonomiye eklemlenmesinde de kilit rol oynayan (ve bu yanıyla medhedilen!) fason üretimin ilişki ağını, Denizli ve Gaziantep tekstil sektörü örneğinde inceliyorlar. Yazarlar, fason iş veren firmalarla fason iş alan firmalar arasındaki ilişkinin yanı sıra, taşeron üretimin istihdam yaratma etkisine dair tartışmalara ve bu istihdamın niteliğine odaklanıyorlar.

* * *

Toplum ve Bilim’in önümüzdeki sayısından sonra, “Türkiye toplumunu birarada tutan nedir?” sorusu etrafında bir gündeme yoğunlaşmayı tasarlıyoruz. “Gelecek sayılar” başlığı altında çerçeve taslağını sunduğumuz bu gündemi, bu seneki (2.) Ulus Baker Buluşması’nda da tartışmaya sunmayı istiyoruz.
TANIL BORA - ALEV ÖZKAZANÇ