Bu sayıda...

Toplumsal teorinin son yirmi-otuz yılına bakıldığında, sınıf analizinin “ekonomist”, “indirgemeci”, “özcü”, “teleolojik” bir toplumsal tasavvuru ile malûl olduğu eleştirisinin yaygın olarak kabul edildiğini görüyoruz. Toplumsal teorinin kaydettiği “kültürel”, “dilsel”, “yapısalcılık sonrası” “Marksizm sonrası” vb. “dönüşler” siyasal ekonomiyle özdeşleştirilen sınıf analizinin itibar kaybetmesi ve hatta tümden terkine yol açmanın ötesinde, sınıfsallığın sorunsallaştırılmaz olması veya en fazlası başka aidiyetler arasında bir aidiyet olarak bahsedilmesi gibi eğilimleri besledi. Yani “ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet” gibi başlıklar veya ifadeler taşıyan çalışmalarda, deyim yerindeyse “iki virgül arasında” zikredilerek geçilir oldu.

Sınıf analizinin terk edilişi, onun asli mecrası olan Marksizmin yaşadığı teorik ve politik bunalımla ve onunla da ilişkili olarak geç veya yeni kapitalizmin ürettiği siyasal, kültürel ve hatta siyasal-ekonomik süreçlerle elbette doğrudan bağlı. Toplum ve Bilim’in bu sayısı “sınıfsallığın” yeniden düşünülmesi ve yeniden sorunsallaştırılması kaygısından hareketle tasarlandı. “Sınıfta kalmak” başlığının birinci imâsı budur; sınıfta ısrar etmek! Ancak murad ettiğimiz şey “sınıftan kaçış” olarak nitelenen eğilimi basitçe tersine çevirerek “sınıfa dönmek (ya da sınıfa kaçmak)”, yani sınıf analizini eski terimlerle ihyâ veya restore etmek değil. Bu bakımdan “sınıfta kalma” başlığı, bu sözün birincil imâsıyla, ‘yerinde saymayla’ ilgili bir uyarıdır! Aksine, sınıfsallığın teorik sorunsalın aslî bir sorunu kılınması; yeni bir teorik bağlamda yeniden düşünülmesi. Dolayısıyla, toplumsal teorinin yakın dönemdeki açılımlarını elinin tersiyle iterek “geri çekilmek” değil, toplumsal içinde sınıfsallığın asli ve kurucu bir vektör niteliğindeki rolünü siyasal, kültürel, ideolojik, dilsel vb. süreçlerin indirgenemez özerkliği içinde yeniden kavramsallaştırmak. Bu ise sınıfsallığı, toplumsal teorinin diğerleriyle basitçe eşdeğer kategorilerinden biri olarak düşünmenin ötesine geçmeyi ve bir “akış” olarak çeşitli siyasal, kültürel, ideolojik, dilsel vb. ilişkilerin içinde nasıl karmaşık, indirgenemez, çapraz biçimlerde yeniden üretildiğini kavramamızı gerektiriyor.

Yukarıda sözünü ettiğimiz eğilimin Türkiye’deki sosyal bilimler üzerinde ciddi bir etkide bulunduğu malûm. Türkiye sosyal bilimlerinde sınıfsallığın sorunsallaştırılmasına baktığımızda, çok kaba bir gözlemle, bir yanda emek süreci, fabrika rejimi, devlet-sermaye ilişkilerinin iktisadı vb. süreçlere ilişkin siyasal iktisat çalışmalarının, diğer yanda ise onlarla nadiren temas kuran, kısmen yukarıda andığımız teorik dönüşlerin etkisi altındaki ve esasen de “merkez-çevre” sorunsalının “hegemonik” bir konuma sahip olduğu sosyolojik, siyasal veya kültürel çalışmaların yer aldığını söyleyebiliriz.

Global teorik-politik bağlamın yanı sıra, Türkiye’nin toplumsal tarihinden kaynaklanan özgüllüklerin bir teorik-politik sorun olarak sınıfsallığı terk veya ihmal etme eğilimlerini beslediği de malûm. Ancak, bu terkin öncesinde de Türkiye’de sınıf çalışmalarının yeterince gelişmemiş ve zayıf kalmış olduğunu hatırlarsak, başka yerlerde olduğundan çok daha ciddi boşluklarla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Sözgelimi, Osmanlı toplumsal tarihinde sınıfsallığın, sınıf oluşum süreçlerinin neredeyse hiç tartışılmaz olması gibi bir tabloyla karşı karşıyayız. 1960’ların feodalizm-ATÜT tartışmaları çok çeşitli zaafiyetler göstermiş olabilir; ancak bugün çok farklı bir teorik bağlamda da olsa sınıf ilişkilerinin “arkeolojisini” yapmak gibi bir derdin pek olmaması bir “epistemolojik kopuş”tan çok bir epistemolojik öteleme içinde olduğumuzu düşündürüyor. Nitekim, yukarıda hegemonik konumuna işaret ettiğimiz “merkez-çevre” sorunsalına dahil edilerek yakın zamanlarda sık sık kendisine başvurulan İdris Küçükömer “yeniçeri-esnaf-ulemâ birliğinden gelen doğucu-İslâmcı halk cephesi” ile “batıcı-laik bürokratik cephe” arasındaki mücadeleyi tartışırken, bunun bir “üstyapı oyunu” olduğunu ve “halk cephesi”nin içinden “gerçek bir sınıf hareketinin doğmasını engellediğini” ve “sınıf meselelerini dikkatle ele alan bir öz ortaya çıkmasını önlediğini” yazmıştı. Ona göre, bu oyunun ilânihaye devam edememesinin “objektif koşullarına doğru bir gidiş” vardı.

Küçükömer’in vaktiyle sunduğu çerçeve çeşitli açılardan sorunlu bulunabilir; başka şeyler bir tarafa, Küçükömer’in Türkiye’de sınıfsallığı bir “teleoloji” ekseninde düşünmüş olması da eleştirilebilir. Ancak, Türkiye’nin ve Türkiye kapitalizminin özgül tarihsel, siyasal, kültürel dinamiklerine “teleolojik olmayan” bir sınıf perspektifiyle yaklaşmak gibi bir arayıştan zor söz edebilecek olmamız dikkat çekici. Korkut Boratav ile yaptığımız mülâkatta da vurgulandığı üzere, hegemonik problematik olarak görünen “merkez-çevre” yaklaşımının devleti kendinden menkul bir iktidara ve özsel çıkarlara sahip bir yapı olarak görmesine ve Türkiye toplumsal tarihinde “sınıfsal” olanın değil “siyasal-kültürel” olanın belirleyici olduğunu iddia etmesine karşılık, global kapitalizm, sermaye birikimi, bölüşüm ilişkileri vb. süreçler ile Türkiye’nin özgül siyasal-kültürel süreçlerini basitçe birbirinin “talî unsuru” veya eklentisi saymayarak, aralarındaki karmaşık eklemlenmeleri (isteyen “üstbelirlenim” ilişkisi de diyebilir) kavramsallaştıran bütünsel bir perspektife ihtiyacımız var. Mesela devlet formasyonu ile sınıf formasyonunu birbirine karşıt süreçler, sıfır toplamlı bir oyunun iki unsuru veya teleolojik bir sürecin diğerini önceleyen veya takip eden iki aşaması olarak değil de, hem kendi özgül ve özerk tarihsel ritmlerine sahip olan, hem de birbiriyle eşzamanlı bir şekilde gelişen toplumsal vektörler olarak düşünebiliriz.

Dolayısıyla sınıfsallığı, Türkiye toplumsal formasyonunun tarihinde kendini “saf”, “çıplak” bir şekilde var etmeyen, aksine hep dolayımlı, üstbelirlenmiş, (varsayılan) yerinden edilmiş bir şekilde var eden bir kod, düzenleyici ilke, Althusserci-yapısalcı anlamıyla değilse de, bir “yok-neden” olarak kavrayabiliriz.

Mesela günümüzde, yakın dönem tarihyazımının, sınıf zihniyetlerinin tarihsel oluşumu sürecine ilişkin çalışmalara pek az katabilmesi çarpıcıdır. Oysa dünya literatüründe, diyelim 19. yüzyıl Londrası’nda işçi sınıfı kadın ve erkeklerinin cinselliğinin veya yine 19. yüzyıl sonlarında Rus işçi sınıfının dilinde “küfür”ün tarihsel analizlerini okumak mümkün. Bir başka örnek, Bourdieu sosyolojisinin Fransa bağlamında gerçekleştirdiği sınıf habitus’ları analizlerinin (teorik tutumu değerlendirmek yine ayrı bir tartışma) benzerlerinden, diyelim ki “Devlet Soyluları” kitabının bir karşılığından büyük ölçüde yoksun olmamız da çarpıcı. Tabii buna Bourdieu’nün Fransa için çizdiği eğitsel, kültürel, siyasal vb. sermaye tablolarının-figürlerinin Türkiye için çizilmesinin gereksiz veya imkânsız olduğu karşılığı verilebilecektir. Ancak, bu gereksizliğin veya imkânsızlığın “gösterilmesinden” dahi yoksunuz ki bu bile Türkiye toplumunda sınıfsallığın yeniden düşünülmesi açısından önemli ipuçları sunabilecektir. Son yıllarda yapılan az sayıdaki öncü çalışma, yapılacak daha ne çok iş olduğunu önümüze sermekte!

Velhâsıl, Türkiye örneğiyle ilgili, sınıfların “yapılış” süreçleri, sınıf kültürlerinin, zihniyetlerinin veya ahlâkî ekonomilerinin oluşum veya oluşamama dinamikleri gibi sorunlar kör noktalar olarak kalıyor. Aslında, Toplum ve Bilim’in daha önceki pek çok sayısında, özellikle yoksulluğu ve zenginliği ele alan dosyalarımızda (89. ve 104. sayılar) bu kör noktalara işaret etmeye çalışmıştık. Elinizdeki sayıda, genel olarak sınıfsallığın teorik tahkimatını güçlendirecek soruları netleştirmeye çalışırken, bununla doğrudan bağlantılı bir tutumla, Türkiye’de sınıf oluşumlarına ilişkin yol izleri çizen araştırmalara yer verdik.

* * *

Dosyadaki yazıların birçoğu, E. P. Thompson’a selâm ediyor. Onun sınıfların (kendilerini) inşâ süreçlerine ışık tutan ve sınıflara bu pencereden bakmayı öğreten zengin teorik mirası, ön açıcı bir birikim oluşturuyor. Ayşe Buğra da bu perspektife yakın olmakla birlikte, Thompson’ın mensubu olduğu öznelci-inşâcı sınıf teorileri ile nesnelci-yapısalcı sınıf teorileri arasındaki ortak zemini unutmamak, yitirmemek gerektiğine dikkat çekme gereği duyuyor. Özellikle neo-liberalizmle çok iyi geçinen kültüralizme, “kimlik politikalarına” karşı gereğine dikkat çektiği bir ısrar, bu. Buğra, “hayatını çalışarak kazanmak durumunda olan herkesin kapitalist toplumlarda sürekli tehdit altında bulunan ortak bir çıkara sahip oldukları fikri”ni ortak zemin olarak belirlemekten yana. “Emeğin metalaşmasına ve metalaşan emeğe indirgenmeye karşı direnenlerin hak mücadeleleri içinde ortaya çıkan ortak sınıf çıkarı kavramının, bu birleştirici dilin ana unsuru olabileceğini” savunuyor. Nevra Akdemir ile Aslı Odman’ın, Tuzla’da ölümle iç içe çalışan işçilerle “kalifiye-yaratıcı” zihin emeği arasında hat çekmesi gibi: “Farklı ağlar içinde kültürel olarak farklı farklı işlense de, hızlandırılmış, yoğunlaştırılmış, uzatılmış ve bölünmüş üretime maruz kalanlar, sektörleri kesen, sınıfları kesen bir ortak dert içinde bulunuyorlar.”

 Ahmet İnsel, sosyal sınıf kavramının geçersizleştiğini ileri süren sosyolojinin, –Nisbet’ten Giddens ve Beck’e–, tezlerini sorguluyor. O da, girişte üzerinde durduğumuz çerçevede, yöntemsel bireyciliğe de püriten Marksist yaklaşımın özcü sınıfçılığına da mesafe almaktan yana. Sosyal sınıfların ilk görünümü olan eşitsizliğin mülkiyet dağılımıyla sınırlı düşünülmemesi gerektiğini vurguluyor; söz konusu olan, “yetki, güç, toplum tarafından tanınan nitelikler gibi alanlarda da geçerli olan hem iktisadi hem varoluşsal bir eşitsizliktir”. Bunun yanında, İnsel de sosyal sınıfların kurucu unsurları arasında aidiyet dinamiklerini, ortak sembolleri, yaşam tarzlarını, değerleri anıyor. İnsel’in yazısında altı çizilecek yerlerden biri, işçi sınıfının öznelliğiyle, öznelik kapasitesiyle ilgili şu tesbiti: “Toplumda var olan eşitsizliklerle bunun sosyal sınıf olgusu içinde tasarlanması arasındaki kopukluğun kaynağında, eşitsizliklerin azalması veya ortadan kalkması değil, işçi sınıfının bunları ortadan kaldıracak bir gelecek umudunun taşıyıcısı olma niteliğini veya iddiasını yitirmesi yatıyor.”

Ceren Özselçuk ve Yahya Madra’nın yürüttükleri teorik tartışma da eninde sonunda işte bu öznelik kapasitesinin kavranışıyla ilgili. Onlar, Marksizm ile psikanaliz teorisi arasında anlamlı bir diyaloğu arıyorlar. Laclau’nun Marksizmin özcülüğe meyleden yanlarını teşhiste faydalı olan yapıbozumunu, ekonomi-politiğin kavramlarını yapıbozuma uğratmakla kalmayıp, o sahayı tamamen terk etmeye ve neticede sınıf kavramından vazgeçmeye vardığı için eleştiriyorlar. Gerekli emek ve artı emek kavramları temelinde ekonomi-politiği psikanaliz teorisiyle buluşturmaya girişen makale; ‘kendinde’ bir kimlik değil bir süreç olarak gördüğü devrimci sınıfın oluşumunu, “artı emeğin toplumsala hayat veren potansiyelini yeniden sahiplenmeye yönelik komünist düsturu” gerçekleştirme deneyimlerinde arıyor.

Birkaç yıldır yüz canı geçen işçi ölümleriyle gündeme gelen Tuzla tersaneleri, Türkiye’de sınıf çelişkilerinin ve mücadelelerinin en göz önündeki aynası olarak, bu sayıda ihmal edilemezdi. Nevra Akdemir ve Aslı Odman’ın titiz ve kapsamlı çalışması, hamâsete düşmeyen ‘kalbîliğiyle’, “vahşi kapitalizmin” ve sınıfsal zulmün bu çıplak örneğini teşhirle yetinmiyor. Önce, “girişimci liberal-muhafazakâr devletin sınıfsallığını” çözümlüyor. Ardından, bu deneyimi, işçi sınıfının atomize olmasını, bölünmüşlüğünü çözümlemenin bir vesilesi yaparak, Tuzla örneğinde, işçi sınıfının oluşumunun katman katman gerçekleştiğini gösteriyor. Hem gelir ve statüdeki tabakalaşmayı hem de ‘kimlik’ etmenlerini hesaba katan ‘bütünleşik’ bir analizin anahtarı şekilleniyor bu çalışmada. Sendikal pratiklerin öğretici bir yorumuyla beraber...

Türkiye’de işçi hareketlerine dair tarihyazımında neredeyse yokluk/boşluk dönemi olarak atlanıp geçilen 1950’li yıllardaki kimi deneyimlerin, Türkiye’de işçi sınıfının oluşumundaki küçümsenmeyecek rolüne, Yüksel Akkaya ve özellikle Ahmet Makal’ın uyarıcı çalışmalarında dikkat çekilmişti. Hakan Koçak, 1960’lardaki canlanma ve yükselişin köklerini oluşturan 1950’li yılların bu ihmal edilmiş kurucu rolünü inceliyor. İşçi hareketlerini hegemonize etmeye çalıştığını düşünebileceğimiz üç model ayırt ediyor Koçak: CHP’nin “korporatist stratejisi”, DP’nin (genel olarak merkez sağın) “popülist stratejisi” ve sosyalist solun “bağımsız-kurucu” stratejisi. Ve bu stratejilerin 1950’lerdeki görünümlerini inceliyor. 50’lerin koşullarının bir açıdan günümüzle taşıdığı benzerlikleri not etmesi de dikkate değer.

“Sınıf-altı kavramı eğer kullanılacaksa yapısal anlamda olmalıdır ve ezilen ırksal ve ekonomik grubun sosyal olarak en çok dışlanmış ve ekonomik olarak en çok marjinalleşmiş bireylerinin emsalsiz yoğunlaşmasıyla kendini gösteren yeni bir sosyo-mekânsal ırksal ve sınıfsal hâkimiyet yapısına işaret etmelidir.” Wacquant ve Wilson’ın bu tanımını benimseyen Bediz Yılmaz, sınıf-altı kavramının teorik evrimini aktararak başladığı yazısında, bu kavramı bir “sınıftan kaçış” kavramı olarak kullanmamaya özen gösteriyor. Sınıf-altı kavramı, yoksulluğun sınıfsallıkla analiz edilmesine elverebilecek bir katkı sunuyor; Yılmaz’ın vurguladığı gibi, yoksulluğun gerçek vatandaşlıktan mahrumiyet olarak kavramsallaştırılmasıyla... Yazısının başlığına da yansıdığı üzere, Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu’nun aynı adlı kitaplarında geliştirdiği kavramla nöbetleşe yoksulluktan müebbet yoksulluğa geçişin koşullarına dikkat çeken Bediz Yılmaz, bir sınıf-altı oluşum olarak İstanbul Tarlabaşı mahallesinde yerleşik Kürt göçmenleri inceliyor.

İşçi sınıfını ‘klasik’ yuvarlarından, maden ocakları, büyük demir-çelik kompleksleri gibi “işçi yataklarından” başka yerlerde de aramak gerektiği, yeni sınıf analizlerinin üzerinde hassasiyetle durduğu noktalardan biridir. Aslıhan Aykaç, turizm sektörü gibi ‘ele gelmez’ bir sahada, bu noktanın üzerine basıyor. Üç turizm merkezinde: Fethiye, Kemer ve Belek örneklerinde, kırsal ilişkilerden koparak proleterleşen ve muhtemelen konumunu yeni kuşaklara da devredecek olan yeni bir kitlenin teşekkül ettiği gözlemleniyor. Aykaç, gerek turizm işçilerinde ve tümüyle hizmet sektöründeki işçilerde, gerekse ev-eksenli, yarı zamanlı ya da kayıt dışı çalışanlarda, bir “yeni işçi sınıfı” profili ve misyonu görüyor.

Dosyamıza Berlin’den katkıda bulunan Manuela Bojadz^ijev, Almanya örneğinde, 1960’larda ve 1970’lerde göçmen işçilerin ve onların mücadelelerinin özellikle Marksist teori ve hareketler tarafından kavranma biçimindeki ‘ıskalara’ göz atıyor. ‘Standart’, yerleşik/kurumsal politik tarzlar dışındaki direnişleri, eylemlilikleri ‘göremeyerek’ geçilen ıskalar bunlar. Bojadz^ijev, günümüzün globalleşme sürecinin beraberinde getirdiği muazzam akışkanlık, –tabii bir yandan da bu akışkanlığı kontrol etmeye dönük düzenlemeler–, içinde, vasıflıdan vasıfsıza geniş bir yelpazeyi kapsayan emek gücü göçünün yeni politik öznellikler yaratmaya gebe olduğu kanısında. O da, Ahmet İnsel’in sözlerini bağlarken dikkat çektiği yere varıyor: “Önümüzdeki dönemde yeni sosyal sınıf algıları içinde, geçmiştekinden farklı bir çatışma tarzı ve kültürünü içeren sosyal mücadelelerin gündeme gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmemekte yarar var.”

Türkiye’de sınıf analizi çalışmalarının ustası Korkut Boratav’la yaptığımız söyleşi, dosyayı tamamlıyor. Başta da geçerken değindiğimiz gibi, bu söyleşi-tartışma, bu sayıya yön veren soruları netleştirmeye katkıda bulundu.

* * *

Bu sayıda “Sınıfta Kalmak” dosyası dışında kalan önemli bir katkı, H. Ünal Nalbantoğlu’nun “Şerif Mardin’in bir ‘sanı’sı üzerine” eleştirisidir. Nalbantoğlu, Mardin’in Türkiye modernleşmesine ilişkin bazı temel tezlerini, “sivil toplum” ve özellikle ‘Daímon’ kavramları etrafında tartışmaya getiriyor. Özellikle ‘Daímon’un mâhiyetinin nasıl anlaşılacağına ve ‘yokluğu’ savına odaklanarak...

* * *

Toplum ve Bilim’in gelecek sayısında, bu dosyaya yetişemeyen katkılara da yer vereceğiz. Ancak o sayının, ortalama üç sayıda bir yaptığımız üzere, odaksız/dağınık bir sayı olmasını tasarladık.