Bu sayıda...

En başından, eğer artık pazar ilişkilerinden kaçabilecek, devlet tahakkümüne karşı özgürleşebilecek ve akademik iğvaya karşı bağışıklık kazanabilecek bir teori yoksa ve her teori birbiriyle acımasızca ve kapitalist pazarın ilkeleriyle uyum içerisinde görkemli bir rekabetin içerisinden süzülerek geliyorsa; her teori, pazarın ve devletin eşit bir biçimde söz hakkına sahip olduğu “mecburî düşünme alanları”nda sunulmaya elverişli bir kılığa bürünmüşse, en önemlisi de, bütün teoriler neredeyse kusulacak bir sözde-kültürlenmenin nesnesi olarak ezberlenip tekrar ediliyorsa, Eleştirel Teori’yi ya da ondan daha farklı, belki daha fundamentalist bir teoriyi bile bu kaderin dışında değerlendirebilmek için insanın elinde gerçekten çok sağlam gerekçeler olmalı. Adorno’nun Negatif Diyalektik’in giriş bölümünde yer alan ve buraya kadar serbest bir değerlendirmeyle dile getirilen yargılarının taşıdığı kötümser ruh, yalnızca kendi üzerine düşünümün parlak bir örneği olmasa gerektir. Adorno’yu takip etmeyi sürdürürsek, eğer bir zamanlar “eleştirel olan”ın, şimdi sistemik ve kurumsalın araçsallaştırımının bir vâsıtası, uyumlanmanın temel girdisi ve entelektüel haklılaştırımın (belki yine de) özgül bir sermâyesi biçiminde hayat bulabildiğini ve ancak bu çöküş hikâyesinde, teoriyi hâlâ hayatî kılan bir momente geri dönebileceğimizi var saymalı mıyız? Ve sonunda, Eleştirel Teori her şeye rağmen bir bağışıklık imâsı içerir ve her zaman uyumlanmaya karşı bir rezonans barındırır.

Şimdiden not edelim; Eleştirel Teori her şeye rağmen bir bağışıklık imâsı içerir ve her zaman uyumlanmaya karşı bir rezonans barındırdığı iddiasındadır. Frankfurt Okulu’nun, Enstitü’nün bir gün muzaffer sovyetlere devredilmesini sağlayacak kuruluş amacı da; Horkheimer’in Enstitü direktörü olduktan sonra hazır bilincin dolaysız verileri olarak idealizm ve materyalizme ve en önemlisi de “Teori”yi istimlâk edenlerce vakit geçirmeksizin Diamat’a dönüşecek ortodoks marksizme karşı bir mesafe kazanma çabası da; Eleştirel Teori’nin oldukça avangard bir tutumla bütün disiplinlerin kazanımlarını, bu disiplinlerin tekil kurulum mantıklarına indirgemeden kullanma ısrarı da; özneyle nesne arasındaki yarılmanın haklılaştırılmasının, özneyi ve nesneyi bir araya gelemeyecekleri bir kutupsallığa ittikten sonra, öznenin ve nesnenin haklarını korumak üzere fenomenolojik bir öznellik ve ampirik bir nesnelliğin çıkmazlarına işaret etmesi de; “yeni dünyaya” zorunlu göçten sonra aydınlanmanın diyalektiğinin götürdüğü ama bir türlü bırakmadığı uçurumun yarattığı tehdidin, kültür endüstrisinin akla, bilime ve sanata yönelttiği muazzam saldırının karşılanması da; 1968’in çalkantılı günlerinde, harekete dâhil olmak ya da müstenkif kalmak arasındaki kararsızlığın yarattığı kararmanın ahlâken bastırılması da, nihayet kuğunun son şarkısı olarak Adorno’nun estetik “resignation”u da burada ve şimdi yeniden karşılaştığımız tarihsel sorunları aşmaya yönelik bir çabaydı. Sırayla söylersek, devrimci öznenin hareket yasalarını belirlemek; teorinin gerçeklik karşısındaki durumunu ve konumunu bir öncelik ve üstünlük olarak kurmak yerine, gerçekliğin nesnel belirlenimlerini teorinin sağladığı araçlarla yargılamak; bu gerçekliğin daha iyi bir dünyaya dönüştürülmesinin imkânlarını da, imkânsızlığını da aynı soğukkanlı yüzleşmeyle karşılamak; kavramın gücünü ortaya çıkarmak üzere büyüsünü gidermek; Kant’ın teoride doğru pratikte yanlışını, doğruyu ve yanlışı dolaysızlığın ve somutun içerisinde keşfetmek, ama bir kere oraya düştüklerinde, doğru ve yanlışın kendi kavramlarındaki bütünlük talebinden de vazgeçtiklerini belgelemek; Hegel’de tine doğru organik bir biçimde evrilen özdeşlik tutkusunun, hakikâti bastırdığını, öznenin kendisinin sönümlenmesine direnmeye bile fırsat bırakmadığını dile getirmek; ilk ve son felsefelerin, oluşumun ve bitimliliğin diyalektiğini kavrayamadıklarını, sadece kendilerine borçlanarak düşünümü tamamladıklarını ve jargona dönüştüklerini söylemek ve nihayet belki dünyanın olduğundan daha fazla olamayabileceğini, daha fazla olabilme imkânını ‘olurken’ zaten tükettiğini söylemek cesaretini göstermek. Kavramlarla kavramsal olmayanı, özdeşliklerle özdeş olmayanı ve daha fazla teoriyle pratiği hedeflemek.

Eleştirel Teori’nin üyeleri, devrimin kurucu öznesi olarak proletaryanın güçten düşürülmesine, nasyonal sosyalizm ve Stalinizmin yükselişine tanıklık ettiler. Amerika yılları, Okul’un bütün sosyolojik içgörüsüne yayılan ve anti-semitizm ve otoriteryan kişilik üzerine ampirik çalışmaları da yönlendiren ve sonuçta esas olarak tek-boyutlu insan ve “sevk ve idare toplumu” (the totally administered society) analizini doğuran tecrübeyi yarattı. Avrupa’ya döndükten sonra belki bütün “tanıklık deneyimi”ni bitiren bir dönüm noktası olarak Auschwitz’i sonradan yaşadılar – insan daha fazlasına tanıklık edemezdi. 68’i Marcuse’nin aksine, Horkheimer ve Adorno’nun pek fazla heyecanlanmadan karşılamış olmalarında ve dönüşten sonra Almanya’nın restorasyonuna katkıda bulunmalarında, bu taş kesilme hâlinin etkisi vardı muhakkak. Eleştirel Teori, başından beri tarihsel dinamiğin uygarlıktan çok barbarlık lehine çalıştığına dair bir inancın vargılarıyla iş görmekteydi. Horkheimer tarafından orijinal formülasyonunda da, kendi normatif temellerini inşâ eden, geçerlilik ve güvenilirlik türetmekten çok, özgürleşime ve yapabileceklerine yönelik talep ve iddialarını önplana çıkartan bir tavır mevcuttu. Ortalık yangın yerine dönmüşse, ki kesinlikle öyleydi, teori bu yangından, üstelik eline sık sık tutuşturulan “ilk kurtarılacaklar listesi”ni görmezlikten gelerek, sadece sezgilerine güvenerek, ne kurtarabilecekse kurtarmaya bakmalıdır, yapabileceği şey budur.

Eleştirel Teori içerisinde zaman zaman açığa çıkan, “teorinin kibri” ve “pratiğin vicdanı” arasındaki çatışmayı anlamlı kılmanın (çünkü, teoriyle pratiğin bu kadar ayrıştığı bir dünyada ikisini bir araya getirmek, sözgelimi, aklı proletarya yerine devrimci dönüşümün öznesi kılmak gibi safiyâne bir niyetle gerçekleşmiyor) bir yolu tekil tecrübeler üzerinde daha fazla kafa yormak olmalı. Horkheimer’in direktörlüğünde Enstitü için çizilen program, uluslararası işçi hareketinin gereklilikleri ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşacak bir hareket kılavuzundan çok, yâni pratiği öncelemekten çok, teorinin esas hayat alanı olarak kurulmasını amaçlamaktaydı. Böylece Frankfurt Okulu’nu Café Marx olmaktan çıkaracak ilk adım da atılmış oldu. Zaman içerisinde etkinliği ve etkisi giderek azalan Marksist angajman, geleneksel Alman idealizmi içerisinde şekillenmiş bir problematikle yer değiştirecekti; bilinen ifadesiyle, politik ekonominin eleştirisinden, Weberci “anlam” ve “özgürlük kaybı” temalarının baskın olduğu bir felsefî ve kültürel eleştiriye geçiş sağlandı. Adorno ve Horkheimer’in neredeyse bütün Enstitü tarafından heyecanla beklenen, sonradan Aydınlanmanın Diyalektiği olarak cisimleşen projeleri, bu geçişin kitâb-ı mukaddesi olarak hayat buldu. 60’ların sonunda, bu belirlemeler, Minima Moralia’daki vicdanî kanama ve ömrü boyunca düşüncesini bütünüyle kabullenemediği konumlarda ifade etmesi gerçeğiyle karşılaştırıldığında, acımasız da olsa, teorinin kibrini temsil etmek Adorno’ya, pratiğin vicdanını dile getirmekse Marcuse’ye kalacaktı.

Bu ikilem, her durumda cevaplanması gereken sorunlar yaratmaktadır ve Eleştirel Teori’nin mirası, bugün belki en çok bu ikilem dolayımında ve üzerinde düşünülerek faydalı olabilecektir. Horkheimer tarafından çalışmaları şüpheyle karşılanan Habermas’ın, Eleştirel Teori’yi normatif temeller üzerinde yeniden inşâ etme projesinin, yıllar sonra tıpkı Horkheimer gibi liberal demokrasi ve “özgür dünyanın” kazanımlarını korumaya çalışan bir girişim olarak sonuçlanması, belki bir bakıma bu mirasın “yerindeliği tartışmalı” kullanımının bir örneğidir. Adorno’da somutlaşan ve düşünen tekil bireyin özgürlüğünü her şeyin üzerine koyan minimal etiğin sağladığı konformizmle, Marcuse’nin temsil ettiği vicdanın, ileri kapitalist toplumların takviyesine şartlandırılan radikalizmi arasında bir yerde bulunmanın savunulacak bir tarafı olmasa gerektir. Teorinin kibri, daha fazla teoriyle sağlanabilecek bir düşünme alanı sunmadığı gibi, pratiğin vicdanı da, insanın evinin önünü temizlemeyi bile garanti edemeyebilir artık. Fakat sonuçta, Adorno’nun epistemolojik aristokrasisi ve Marcuse’nin ütopyan aktivizmi ayrı ayrı ve tek başlarına, onların buluşmalarını istediğimiz durumdakinden daha anlamlı bir tutamak oluşturmakta değil midir? Nitekim Adorno hayatının sonuna doğru, “düşünen insanın gözüne doğan mutluluk, insanlığın mutluluğudur... düşünce, mutsuzluğu tanımladığı yerde bile, mutluluktur” der; Marcuse ise oldukça erken bir tarihte, Horkheimer’in metni (1937) kadar bilinmese de, “Felsefe ve Eleştirel Teori” başlıklı makalesinde (1937) “materyalizmi doğru sosyal teoriye bağlayan iki temel öge vardır; insanın mutluluğunu hedef almak ve bu mutluluğun ancak varoluşun maddî şartlarının dönüşümüyle elde edilebileceğine inanmak” diye yazar.

 

* * *

Toplum ve Bilim, bu sayıda “Eleştirel Teori” başlıklı bir dosya sunuyor. Dosyadaki yazılar, Eleştirel Teori’nin son yıllardaki ele alınma biçimlerine, eleştirel mirasın farklı disiplinler ve eğilimler tarafından verimli kılınma çabalarına paralel bir seyir izlemektedir. Teorinin kendi üzerine bir refleksiyondan çok, teorinin açılımlarına ve bu açılımların sonuçlarına yönelik bir değerlendirme isteminin ağır bastığı bu tutum, aslında salt tekil tercihlere dayanan ya da katışıksız akademik gerekçelerden kaynaklanıyor olamaz. Teori ve pratik, düşünce ve gerçeklik, özne ve nesne arasındaki mesafe, bütüncül her düşünsel girişimin nefesini tıkayacak kadar açılmış duruma gelmişse, gerilemek kaçınılmazlaşır. Bu bakımdan dosyanın eksik bıraktığı şeylerden birisi, şüphesiz, teorilerin neye yaradığı konusundaki esaslı problematiğin, belki biraz da bu nedenlerle, üzerine gidilmemesidir.

Hayatı boyunca bu konuda “ses vermeye” çalışan arkadaşımız, Toplum ve Bilim dergisi yayın kurulu üyesi, 15 yıldır yazılarıyla ve derginin yol haritasının çıkartılmasındaki katkılarıyla, düşünceleriyle, sıcacık kalbi, kişiliği ve kendisiz, bedensiz insanlığıyla hep yanıbaşımızda yer alan ve hep yanımızda kalacak olan Ulus Baker’i 12 Temmuz günü kaybettik. Eksikliğini sadece Toplum ve Bilim dergisi olarak değil, istisnasız bütün tefekkür âlemi olarak duyacağımız o harikûlade insanın göçüp gitmesinin bizim için ifade ettiği şey, salt bir yakının kaybedilmesinden duyulan hüzünden elbette daha fazladır; acımızın ve kaybımızın büyüklüğüne dair ne söylense azdır. Bu dergi, onun varlığının aydınlattığı diğer bütün mecralar gibi, eksikliğini şimdiden ziyadesiyle hissetmektedir.

Aziz hâtırası önünde saygıyla eğiliyoruz.

Toplum ve Bilim dergisinin önümüzdeki nüshası, Ulus S(edat) Baker’e, onun felsefî ve sosyolojik ilgilerinin çeşitliliğine dair yazıları ihtiva edecektir. Bu nedenle Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun, Ulus Baker’in vefatı nedeniyle uzun yıllar birlikte çalıştıkları, iş ve zihin arkadaşlığı yaptıkları, yoldaşlık ettikleri ODTÜ Sosyoloji bölümünde tertib edilen toplantıda yaptığı konuşma metni başta olmak üzere, bu minvaldeki yazıları önümüzdeki sayı yayınlamanın daha doğru olacağını düşündük. Burada tekrar ilân etmek isteriz ki, benzeri istikâmetteki katkılar için Toplum ve Bilim sayfaları açıktır.

 

AHMET ÇİĞDEM