Bu sayıda...

Toplum ve Bilim, elbette bir ‘politik aktüalite’ dergisi değil. Ancak hep vurguladığımız gibi, “Türkiye’nin gündemi” başlığı altında resmi geçit yapan konulara ve tabii o gündemi kuranların görmediği, adlandırmadığı, sorun etmediği konulara, özel bir ilgimiz var. Bu özel ilgi, doğrudan doğruya evrensel sosyal teoriye olan özel ilgimizin bir parçasıdır. Türkiye’nin gerçeklikleri veya ‘maddesi’ ile, bir kendine özgülük, ayrıcalıklı bir tikellik peşinde değil, teori kavramının koşulunu oluşturan evrensellik arayışının izinde, meşgul oluyoruz. Tikel ve ‘kendine özgü’ olana gömülmenin, sadece ‘maddeyi’ çözümleme imkânını ve kabiliyetini değil, ‘ruhu’ ve maneviyâtı da daraltan ufkunu aşmanın yolu budur. Bilimle ve teori ile meşgul olmanın bu temel ilkesi, Türkiye’nin akademik ortamında bir değer haline gelmekten uzaktır, hatta giderek uzaklaştırılmaktadır. 109. sayımız yayına hazırlanırken, YÖK’ün yurtdışında öğrenim görenlerin diplomalarının denkliğiyle ilgili yönetmelikte yaptığı değişiklik, bu tehlikeli eğilimin skandal mâhiyetinde bir işareti oldu. Sözkonusu değişiklik, “müfredatı ile ilgisi olmayan ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının temel ilkeleri ile 2547 sayılı Yükseköğrenim Kanununun 4. ve 5. maddelerinde belirtilen [Atatürk ilke ve inkılâpları ve Atatürk milliyetçiliğine bağlılıkla ilgili] amaç ve ilkelerine aykırı dersler bulunması halinde, alınan diplomalara denklik verilmeyecektir” hükmünü getirdi. Üniversite ortamında verilen bir dersi doğrudan doğruya endoktrinasyon faaliyeti ve bunun muhatabı/talibi olan öğrencileri de propaganda hedef kitlesi olarak anlamlandırdığı anlaşılan bu zihniyetin, bilimsel ölçütlere uygunluğu bir yana, pedagojiyi ciddiye alan herhangi bir okul öncesi eğitim kurumundan ‘denklik’ alabileceği şüphelidir. Akademiyi, dolayısıyla “bilgi”yi yerel/tikel değere hapsetmek; evrensel olanla bir ilişkinin ise ancak bu tikel değere uygunluk halinde caiz sayılabileceğini zannetmek/düşünmek/bildirmek, eleştirme hatta düşünme hasletinin kötürümleştirilmesinden daha aşağı bir iş değildir. Ünal Nalbantoğlu, “Daímon’unu yitiren üniversite” başlıklı makalesinde, global düzlemde endüstrileşen üniversitenin ‘tinsel’ çöküşünü sorun ediyor. ‘Çağdaş uygarlık düzeyi’nin endüstrileşme boyutundan zinhar geri kalmamaya çalışan Türkiye üniversitelerinin, daímon’la ilgili meselelerini ise maddî ve yapısal süreçlerden öte, yasa, yönetmelik ve doktrin marifetiyle ‘hallettiğini’ söyleyebiliriz herhalde. Toplum ve Bilim’in bu sayısında Türkiye’nin aktüel gündemini kaplayan konulara eğilirken, her şeyden önce aradığımız, bu gündemleri şekillendiren ve kuşatan ufku ve zihniyeti aşmaya çalışmaktır. Gündemin meselelerini gerçekten anlamak, ‘İnsanlık Durumu’nun bir parçası olarak görebilmek; eleştirel aklın anlama kabiliyetinin ve halihazır olanla yetinmeme iradesinin verdiği ‘moral üstünlüğü’ güçlendirmektir. Pınar Ecevitoğlu ile Ahmet Murat Aytaç’ın, medyada “töre cinayeti” olarak adlandırılarak ‘dizileştirilen’ namus cinayetlerinin yorumlanma tarzını mercek altına alan makalesinin, tam da böyle bir bakışa emsal olduğunu düşünüyoruz. Namus cinayetleri ile ilgili tartışmaları bir siyasal mesele olarak sorunsallaştıran makale; Türkiye’de aile rejimini, kadının ‘statüsünü’, modernleşme deneyimini, medenilik telâkkisini bu mihenk taşına vuruyor. Neo-liberalizmin genel/afâkî tanımlarının ötesine geçip onun toplumsallaşma mekanizmalarını irdeleyen yazıların yer aldığı geçen sayının izini, bu sayıda da sürüyoruz. Yine 108. sayıdaki dosyanın editörlüğünü yapan Ahmet Bekmen ve İsmet Akça’nın katkısıyla, bu izleği özellikle “güvenlik” kavramı bağlamında takip ettik. (Ahmet Bekmen, “Bir yönetim zihniyeti olarak liberalizm” başlıklı bir değiniyle bu sayıya da katkıda bulundu.) Sosyal devletin tasfiyesi ve onun yerini güvenlik devletinin almasının paradoksal görünen sonucu, güvenlik ‘açığının’ ve güvenlik endişelerinin gitgide büyümesidir. Biriz Berksoy 1980 sonrası Batı’da ve Türkiye’de polis teşkilatlarının geçirdikleri yapısal dönüşümü incelediği yazısında, –geçen sayıdaki yazısında Alev Özkazanç’ın da işaret etmiş olduğu üzere–, bunun topyekûn ‘toplumsal’ın yeniden kurgulandığı bir süreç olduğuna dikkat çekiyor. Buradan bir barbarlaşmanın sökün ettiğini düşünenler, Zeynep Gambetti’nin, Türkiye’deki linç girişimlerinin temelindeki bu neo-liberal ‘yeni-toplumsallık’ biçimini sorgulayan yorumunu önemseyeceklerdir. Saniye Dedeoğlu’nun “liberal refah devleti uygulamalarını” ele aldığı makalesi, neo-liberalizmin toplumsal görünümlerine ilişkin dosyamızın bir bakıma sağlamasını yapmaya da yarıyor. Enformel çalışmanın bir istihdam ve sosyal politika aracı olarak etkin kullanımının öne çıktığı İngiltere örneğinde, ‘klasik’ refah devleti ile neo-liberal restorasyon arasındaki geçişin, belki de ‘ara yolların’, Türkiye’de de ilgiye –kuşkusuz sadece tatbikatçı ilgi değil eleştirel ilgi!– değer olabilecek bir muhasebesini yapıyor Dedeoğlu. YÖK’ün akademik-bilimsel faaliyeti içine sokmaya yeltendiği totaliter çerçeveyi, son iki yılda gitgide yoğunlaşan milliyetçi-faşizan atmosferin büyük çerçevesi içindeki paspartuya benzetebiliriz. Elinizdeki sayıda, söz konusu atmosferi mercek altına alan üç makale yer alıyor. Funda Şenol Cantek’in, Hürriyet gazetesinin internet sayfalarına yazılan okur yorumlarını inceleyerek ve bu okurlarla mülakat yaparak gerçekleştirdiği inceleme, ilgiye değer. Orhan Pamuk’un Nobel alması, Hrant Dink cinayeti, Genelkurmay Başkanı’nın ABD ziyareti, Kurtlar Vadisi TV dizisinin yayından kaldırılması ve Malatya’da üç misyonerin gaddarca öldürülmesi ile ilgili haberler hakkındaki okur yorumlarını, bu yorumların saiklerini ve ifade biçimlerini inceleyen bu makale; giderek etkinleşen bu pseudo-kamusal mecrada “hâkim millet” söyleminin ve ayrımcı zihniyet kalıplarının nasıl gürül gürül aktığını dikkatimize getiriyor. Şeniz Saç’ın Türksolu dergisi hakkındaki incelemesi, bu ırkçı-faşizan “ulusal sol” söyleminin, sol ve anti-emperyalizm kavramlarının içini boşaltıp tahrif edişini gözler önüne seriyor. Erol Köroğlu, Attilâ İlhan’ın Gâzi Paşa’sında “tarihyazımı ile tarihsel roman arasında sınır ihlalleri”ni incelediği makalesinde, bu “tezli roman”ın kurduğu otoriter ve (yazarın kullanmadığı bir terimle ifade edersek:) pedantik “millî hakikat” söyleminin tahlilini yapıyor. Bu geniş çerçevelerin dışında, okuru yeni ilgilere ve gündemlere açacak iki ‘müstakil’ makaleye yer verdik. Hilmi Maktav’ın “Türk sinemasında bir ‘oyun’ olarak ‘hukuk’” başlıklı makalesi, Türk sinemasının hukuka olan –hayli ilgili!– yaklaşımı üzerinden, “hukuku oyun halindeki o arkaik konumunda bırakan” egemen hukuk algısının yaygınlığını kolaçan ediyor. Aykut Çoban, embriyonun moral statüsüne ilişkin soruları, biçimsel (liberal-bireyci) haklar ile bunların gerçekleşmesini mümkün kılan-kılamayan toplumsal-bağlamsal koşullar arasındaki yarığı tartışmak için bir vesile kılıyor.