Bu Sayıda...

Kesit almak mühendisliğe, daha doğrusu mühendisliğin çizim dili olan teknik resme ait bir terim. Bir objeyi belirli bir düzlem ekseninde keserek, objenin görünmeyen kısımlarını, katmanlarını ve onların içsel bağlantılarını görünür hale getirmek anlamına geliyor. Ontolojik bir önerme yapmadığımızı belirtelim hemen. Zira toplumsal olanın mekanik çizimi değil murat edilen. Bu dosyayla hedeflenenin, iktidarı devlet-sivil toplum, kamu-piyasa, zor-meşruiyet gibi ikilemler dahilinde tarif eden ve bu doğrultuda bir toplumsal anlatı ve projeksiyon sunan yaklaşımlar karşısında pozisyon almak olduğunu söyleyebiliriz. Kesit önerisi bu tür ikilemlere dairdir kısacası. Kaç kere kesit alınacağı, kesitin/kesitlerin hangi düzlem ekseninde/eksenlerinde alınacağı, ortaya çıkan katmanların ve bağlantıların nasıl tarif edileceği dosya katılımcılarının iradesinde olmak üzere elbette.

Neo-liberalizm pek çok açıdan tartışmaya açıldı. İktisadi dönüşüm ve özellikle sosyal politika açısından ortaya çıkan yıkım, bu derginin sayfaları da dahil olmak üzere pek çok akademik ve politik yayının sayfalarında tartışıldı. Fakat Türkiye’de ortaya çıkan bu yazının neo-liberalizm ve iktidar ilişkisi, teknikleri ve zihniyetleri mevzuuna çok da değindiğini söyleyemeyiz. Halbuki neo-liberal dönem, iktidar pratiklerinin işleyişi ve mekânı açısından radikal bir dönüşümü içeriyor. Bu açıdan bakıldığında, bu dönüşümü basitçe ulus-devletin “güçlenmesi veya zayıflaması” bağlamları dışında ele alarak, modern iktidar ilişki ve mekânlarının bu süreçte nasıl bir değişime uğradığını göstermek önem kazanıyor. Başka bir şekilde dile getirmek gerekirse, mesele, “ulus-devlete ne olduğundan” ötede metodolojik bir içerik kazanarak, devletin kendisini sorunsallaştırmak haline geliyor.

Mesele metoda dair olduğuna göre, kapitalizmin kurulumu ile iktidar arasındaki ilişkiye, neo-liberal dönem ile kısıtlı kalmayarak, daha genel bakmakta fayda vardır. Örneğin Panitch ve Gindin’e göre, klasik emperyalizm dönemi açısından da asıl konu edinilmesi gereken “liberal demokratik biçimleri içinde ulusal/toprağa dayalı kapitalist devletlerin sonunda nasıl evrenselleştiği (ve 20. yüzyılın ortaları itibariyle uluslararası kurumlara ve uluslararası hukuka nasıl içerildiği) dahil olmak üzere, ekonomik olanın siyasaldan ayrılığının uluslararası düzeyde nasıl genişletildiğidir” (Panitch ve Gindin, 2006: 109, vurgu bize ait). Dosyanın konusu itibariyle bizi burada ilgilendiren, Panitch ve Gindin’in emperyalizm çözümlemelerinden ziyade, ekonomik olanın siyasaldan ayrılmasını, sorunsallaştırmanın merkezine koymuş olmalarıdır. Yukarıda devletin sorunsallaştırılmasından kastettiğimiz tam da budur.

“Liberal demokratik” biçimi içersinde modern iktidar siyasal olan ile ekonomik olanın, devlet ile toplumun önce ayırt edilmesine sonra da aralarındaki bağın hukuk ve idare1 üzerinden kurulumuna dayanmaktaydı. Burjuvazinin siyasi hâkimiyeti meselesinin çetrefilliği de buradan kaynaklanmaktadır aslında. Zira “kapitalist mülk sahipleri devlete devrettikleri doğrudan siyasi güçlerin yerine doğrudan üretimi denetleme hakkını kazanmıştır” (Wood, 2003: 45). Kapitalizmin en önemli ayırt edeni iktisadi zorun siyasi zordan özerkleşmesi ve özerk tutulması ise şayet, “burjuvazinin siyasi hâkimiyetinin” bizzat bu ayrımı yaratmanın mekanizmalarında tecessüm ettiğini söylemek de mümkün hale gelir. Bu anlamda esas mesele siyasi olanın hukuk ve idare üzerinden farklı bir alan olarak inşa edilmesidir. Bu nedenle aşağıdaki satırları dehşet içinde yazan Marx, Manifesto’yu Engels ile birlikte kaleme alan Marx’tan, modern iktidarın ne olduğuyla ilgili olarak çok daha ilham vericidir:

 

Bir köprüden, bir okul binasından ve en küçük bir köyün köy mülkiyetinden demiryollarına, ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar derhal toplumdan ayrıldı, üstün çıkar, genel çıkar olmak sıfatıyla, topluma karşı tutuldu, toplum üyelerinin inisiyatifinden çıkarıldı ve hükümet eyleminin konusu haline getirildi (Marx, 1990: 136).

 

“Hükümet eyleminin konusu haline getirmek” belirli bir karar mekanizmasını işletmek anlamına gelmemektedir basitçe. Hükümet eylemini yaratmak, idareyi yaratmak anlamına gelir zira. İdare ise basit bir karar mekanizmasının ötesinde, her gün her alanda tekrarlanacak mutat işlemleri tasarlamak, düzenlemek, kategorize etmek ve pratiğe dökmek anlamına gelir. İdare, devleti toplumdan ayırt eden sınır çizgisinin adıdır. Modern iktidarın varlığı açısından önemli olan, gündelik toplumsal pratiklerin organize edilmesi ve tasarlanmış teknikler eşliğinde “şeyleştirilmesidir”. Hükümet eylemi böylelikle özerk bir idare etme alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat tek sonuç basit bir şekilde idarenin ortaya çıkması değildir. İdarenin ortaya çıkışı toplumsal olanın da yeniden tarifidir. Başka şekilde söylemek gerekirse, ortaya çıkan tabloda, bir tarafta “şeyleşmiş” karakteri içinde idari işlemler bütünü olarak devlet, öte tarafta da kendi kendine “doğal” akışı içinde işleyen toplumsal pratikler yoktur. Kendi sınırını çizerken toplumsalı da soğuran, onu yeniden ve yeniden şekillendiren bir süreçtir devlet. Bu anlamda bir sınır etkisidir (Mitchell, 1999). Varlığı, meclislerde yaratılan hukuki metinlerden ötede, insanların modern hayat içindeki gündelik işlerinin organize edildiği teknikler üzerinden mümkün hale gelir. Tarımsal üretim için gerekli sulamanın bürokratik organizasyonundan, hastalandığımızda hastaneye gitmek, gittikten sonra da muayene olmak üzere izlememiz gereken prosedürler bütünü üzerinden vücut bulur. Tam da bu anlamda devlet, devleti hükümetle özdeşleştirme eğiliminde olan Anglo-Sakson siyaset düşüncesi ile bürokrasinin ve karar alıcıların kapasitesini ön plana çıkaran Weberyen yaklaşımdan farklı olarak bir “irade”, bir “karar alma kapasitesi” olarak kavranmamalıdır. Zira “devlet aygıtı -şu özel ve yabana atılamayacak derecede muktedir şey- devlet iktidarı içinde tüketilmez. Bunun yerine, siyasi hâkimiyetin bizzat kendisi devletin maddi kurumsallaşması içine nakşedilmiştir” (Poulantzas, 2000: 14).

Siyasi hâkimiyeti omni potence olarak da anlamamak gerekir. Her siyasi hâkimiyet belirli toplumsal mücadeleler üzerine bina olunur. Modern dönemi farklı kılan, bu mücadeleler ile siyasi iktidar arasındaki ilişkilerin hukuk dolayımından geçmesidir. Başka bir dille söylemek gerekirse, hukukun kendisi bir mücadele alanı haline gelmiştir. Her ne kadar daha sonra bizzat ayrı bir literatürün kaynağı haline gelecek “yönetim zihniyeti” (governmentality) yaklaşımında, hukukun özgün rolüne ikna olunduğu iddia edilebilirse de, Foucault’nun eleştiriye tâbi tutulabileceği en önemli hususlardan birinin hukuk konusundaki kayıtsızlığı olduğu söylenebilir.2 Hukukun bir zor kuvveti olma karakteri, zorun toplumsal düzenin inşasındaki rolü (Neocleous, 2006) bir yana, bir mücadele alanı olarak hukukun modern iktidar alanındaki kurucu rolünün es geçilmesi, toplumsal mücadelelerin iktidarın kurulumundaki özne pozisyonlarının göz ardı edilmesi anlamına gelecektir. İngiliz işçi sınıfının 10 saatlik işgününü yasal kılma mücadelesinden başarılı çıkmasını, işçi sınıfının ilk siyasi zaferi olarak tanımlayan Marx yine ilham verici bir kaynak olarak önümüze çıkmaktadır bu noktada. Gerçekten de Marx’ı ve daha sonraki Marksistleri, örneğin anarşizmden ayırt eden en önemli unsur, modern toplumsal mücadelelerin siyasi bir karakter kazanma kaderi noktasındaki ısrarlarıdır (Thomas, 2000). Mesele tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır, zira toplumsal mücadelelerin siyasal bir nitelik kazanmaları hukuk üzerinden işlemekte, başka şekilde söylemek gerekirse toplumsal mücadelelerin özgün dinamikleri hukuksal alan tarafından soğurulur duruma gelmektedir (Neocleous, 1996: 98-107, Hardt ve Negri, 2003). Biraz kabaca belirtmek gerekirse, toplumsal mücadelelerin hukuksal alan üzerine kazınması, toplumsal mücadelelerin sonuçlarının, biraz önce bahsettiğimiz sınır etkisinden azade kalamamaları, bir “hükümet eyleminin sonucu” haline dönüşmeleri anlamına gelmektedir.

Siyasal-ekonomik, devlet-(sivil) toplum ikilikleri arasındaki sınırların yeniden yeniden inşa edilmesi modern burjuva iktidarının can alıcı mekenizması ise, bu ikilikleri kendinde gerçeklikler olarak ele alan yaklaşımlar, ikiliklerin kutuplarını “şeyleştirme” ve “fetişleştirme” sonucunu verirler. Halbuki bu ikiliklerin arasındaki diyalektik ilişkisellik dolayısıyla bir yandan devlet; hukuk, idare, zor aygıtlarıyla toplumsal ve/veya iktisadi olduğu söyleneni sürekli düzenlemeye kalkışırken, diğer yandan da toplumsal alana ait olduğu söylenen aktörler arasından neşet eden ve bazı özgün mekanizma ve tekniklerin ön plana çıktığı iktidar ilişkileri de kendilerini devletin içine nakşedip dururlar.

İşte Foucault’nun ve ondan kaynaklanan yazının, bizim mütevazı dosyamız açısından birinci katkısı belki de, bu süreçlerin hiç de “devlete ait bir karar mekanizmasından” yayılmadığı noktasındaki ısrarıdır. Örneğin “kapatma”, bilindiği üzere, Foucault’ya göre devletle başlamamıştır (Foucault, 1979). Hatta aksine, devlet olsa olsa Foucault’nun dökümünü yapmaya çalıştığı diğer “kapatmaların” üstüne bina olmuştur, olsa olsa a posterioridir. Hukuk konusunda çubuğu ters tarafa bükmekte ısrarlı olan Foucault’nun, bu konuda da aynı tavrını sürdürmesinin eleştirisi elbette yapılmalıdır, yapılmaktadır da. Fakat, yukarıda bahsettiğimiz “sınır etkisini” ortaya çıkaran ilişkilerin, devlet-toplum ikiliği üzerinden anlaşılamayacağı, bu etkinin ortaya çıkma mekanizma ve mekânlarının, bu ikiliğe sığdırılamayacak kadar girift olduğu konusundaki Foucaultcu ısrar kesinlikle yerinde bir ısrardır.

Bu yazının ikinci bir katkısı da hiç şüphesiz ki, devletin hukuk ve idare üzerinden “şeyleştirilmesinin”, bireyin de belirli mekanizmalar üzerinden “şeyleştirilmesi” anlamına geldiği noktasındaki öngörüsüdür. Foucault’nun, iktidarın daha kılcallarda birey üzerinde nasıl işlediğine dair yarattığı yazın ve son döneminde öznenin nasıl inşa edildiği ile hukuk ve idare arasında rabıta kurma temayülü bu anlamda gayet zihin açıcıdır ve hiç şüphesiz ki besleyicidir. Bu noktadan bakıldığında, Marx ile Foucault arasında kurulan karşıtlıklar bir ölçüde, anlamını yitirmektedir. Zira Marx için de, “daha sonra Durkheim, Elias ve Foucault için de olacağı gibi, devlet formasyonu ve bireyselleşme birbirini tamamlayan ve birbirini gerektiren süreçlerdir: devletin soyutlanması ve bireyin soyutlanması bir ve aynı eylemden kaynaklanmaktadır” (Sayer, 1989: 102).

En başta söylediğimiz gibi amaçlanan, genelde iktidarı, bu dosya özelinde de neo-liberal iktidar yapılanmasını belirli ikilikler içerisinde ele alan yaklaşımlar karşısında pozisyon alanların çalışmalarını toplayıp, bir araya getirmek. Dosya genelde hacimli yazılardan oluşmakta ve o nedenle yazı sayısı az. Ama bu çabanın Toplum ve Bilim’in bir sonraki sayısında sürdürülmeye çalışılacağını belirtmek isteriz. Teorik her faaliyetin bir şekilde politik bir düzlemle eklemlenme istidadı olduğunu bu derginin okuyucularına açıklamak kendini bilmezlik olur. Elbette buna girişmeyeceğiz. Fakat neo-liberal iktidar teknik ve yapılanmalarını konu olarak seçmemizin nedeninin, Türkiye’deki demokratikleşme perspektiflerine değişik bir bakış açısı taşımak olduğunu belirtmek isteriz. Hâkim demokratikleşme perspektifinin, devlet-sivil toplum ikiliği içerisinde geliştiği ve hatta bu ikiliğin çoğunlukla devlet-merkezci analizlerden hareketle oluşturulan “Türkiye’de ceberrut devlet geleneği” söylemi içersinde konumlandırıldığı düşünüldüğünde, neo-liberal iktidarın karakteri konusunda, bu ikiliği aşan ve neo-liberalizmin evrensel ceberrutluğuna göre pozisyon(lar) alan yazılardan oluşan bir dosya fikrinin politik cazibesidir esas olan.

Alev Özkazanç’ın makalesi bir yönetim zihniyeti olarak neo-liberalizmi suç ve ceza alanındaki gelişmeler üzerinden okuyor. Makale bir yandan farklı kuramsal yaklaşımlar arasında diyalojik bir ilişki kurarak literatür içinde pozisyon almaya/inşa etmeye yönelirken diğer yandan da “bastırılmış siyasi anlamı yeniden günışığına çıkan” suç ve ceza alanındaki değişimleri daha geniş tarihsel-toplumsal dönüşümler içine yerleştirerek analiz ediyor. Bugün görünürde birbiriyle çelişik olan “egemen devlet merkezli cezalandırma ve kapatma pratiklerinin kesifleşmesi” ile suçluyu normalleştirmekten/sosyalleştirmekten vazgeçerek suçu önlemeye değil idare etmeye yönelen “cemaat merkezli ve yönetimsel bir sosyal denetim mantığı”nın gelişmesi arasındaki ilişkiselliğin biyo-iktidar/biyo-politika ve denetim toplumu kavramları üzerinden anlaşılabileceği savunuluyor yazıda. Kapatmaya dayalı disiplin toplumundan “denetimi gündelik yaşamın rutin akışına yedirmeye yönelen” denetim toplumuna geçişte devlet ve disiplin merkezli aygıtların da yeniden yapılandırılarak işlevselleştirilmesinin arkasında yatan birleştirici olgunun ise “tehlikeli sınıfların yükselişi” olduğunun altını çiziyor Özkazanç. Böylece, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız gibi hukuki ve idari pratikleri şeyleştirmeyen bir analizin siyasal-sınıfsal iktidar ilişkilerinden azade olamayacağını da teyit etmiş oluyor. Suç, suçlu ve ceza üzerine muktedirlerin söylemlerinin Türkiye’de de kamusal alanı hegemonize ettiği bir dönemde Özkazanç’ın makalesi Türkiye’de bakir bir araştırma alanında müstakbel çalışmaları davet etmekte ve onlara zemin oluşturmakta.

Koray Çalışkan’ın yazısı neo-liberal hegemonyanın amentü haline getirdiği piyasaların kendi kendilerine işleyen mekanizmalar olduğu ve fiyatın bu piyasalardaki arz ve talep dengesi sonucu oluştuğu iddiasını mercek altına alıyor. Piyasa ve fiyat oluşumuna dair bu neo-liberal hegemonik söylem, piyasaların sosyal, kültürel ve siyasal süreçler içinde oluştuğunu gösteren farklı kuramsal pozisyonlarca da eleştirildi bugüne kadar. Devletlu veya değil çeşitli aktörlerin müdahale ve idare mekanizmalarıyla kurulan piyasalarda üretilen fiyatların “ticareti mümkün kılan protezler” olarak görülmesi gerektiğinin altını çizen Çalışkan’ın yazısı ise üç açıdan özgül katkılar sunuyor mevcut eleştirilere. Birincisi, iktidar ilişkilerini devlet-(sivil)toplum, devlet-piyasa karşıtlıklarının ötesinde analiz eden kuramsal yaklaşımı; ikincisi dünya pamuk piyasalarındaki fiyat oluşumunu inceleyen etnografik çalışmasının piyasa idaresinin gerçekleşme sürecindeki “tekno-iktidar ilişkileri”ni, müdahil aktörleri ve müdahale tekniklerini ampirik olarak vukuflu biçimde göstermesi. Üçüncü olarak da, bilgi-iktidar ilişkisinden hareketle piyasaya ve fiyata dair neo-liberal iktisadi varsayımların basit ideolojik yanılsamalar olmayıp ampirik planda piyasayı bizatihi kuran “performatif” bilgi formları olduğunun altını çizmesi.

Neo-liberal küreselleşme sürecinin sihirli/hegemonik kavramlarından biri de şüphesiz sivil toplum. Neo-liberalizm taraftarlarının olduğu kadar eleştirenlerinin de demokrasinin özgül alanı olarak normatif değer atfettiği sivil toplum kavramı ile demokrasi arasında kurulan pozitif ilişkiyi sorguluyor Yasemin İpek Can’ın yazısı. Sivil toplumu devlet ile karşıtlık içinde ele alan ve/veya olumlayan yaklaşımlara yönelik iki eleştiri üzerinden işliyor yazı: bu ayrımları yatay keserek işleyen iktidar stratejilerinin ve pratiklerinin analizine ket vurmaları ve bizatihi sivil toplum kavramının nasıl neo-liberal iktidar söylem ve pratiklerinin kurucu unsuru olduğunu gözden kaçırmaları. Bu analitik-kuramsal sınırlılığı aşmak üzere “yönetim zihniyeti çalışmalarını” kuramsal bir giriş kapısı olarak kullanan İpek, sivil toplum üzerine Türkiye’de sıkça rastladığımız salt kuramsal yazının ötesine geçerek eğitim alanında önde gelen bir STK üzerine yaptığı çalışmasıyla kuramsal sorunsallarının izini sürüyor ampirik alanda. Buradan hareketle Kemalist, milliyetçi, elitist modernleşme projesini devam ettirme arzusunun neo-liberal yönetim rasyonalitesi içinde nasıl uyarlandığını gösteriyor. Buna göre, “sorun çözücü bir alan olarak sivil toplum”un ve kuruluşlarının sosyal politikalar bağlamında devletin yerini almak üzere kurgulandığı neo-liberal iktidar stratejisi, sosyal ihtiyaçların giderilmesinde sorumluluğu bireylere atan bir yönetim rasyonalitesi vazediyor. Çözüm bireyin güçlenmesi (empowerment), yaşam becerileri kazanması, kendi hayatını kurtarabilmesine, bunun için de özel sektörün ve sivil toplumun (bilinçli orta sınıfların) “sosyal sorumluluk” ve “gönüllülük” üzerinden mobilize olmasına bağlanıyor. İpek’in yazısının çok önemli vurgularından bir diğeri ise belirli öznelliklerin inşasını hedefleyen neo-liberal yönetim rasyonalitesinin sorunları teknokratikleştirerek ve depolitize ederek yapısal nedenleri görünmez kılması ve politikanın alanını daraltması. Sivil toplum ve STK’lar içindeki “kırılmaları ve sorgulamaları” da takip eden İpek böylece iktidar pratiklerini ve işleyişini mutlaklaştırarak fetişleştiren yaklaşımlarla da mesafe koyuyor arasına.

Neo-liberal küreselleşmenin devlet üzerindeki etkilerine dair hâkim literatür büyük oranda bir özne veya kurumsal yapı olarak devletin kapasitesinin/gücünün arttığı ya da azaldığı sorunsalına saplanmışken, Mine Eder’in yazısı, güçlenme-güçsüz düşme kısırlığının ötesinde devlet iktidarının makro ve mikro düzlemlerde yeniden üretilme mekanizmalarına odaklanıyor. İstanbul’daki “Moldovyalı kadın göçmenlerin devlet yetkilileriyle karşılaşmalarını”, devleti aşağıdan, toplumsallığı ve gündelik pratikleri üzerinden okumanın bir imkânı olarak ele alıyor Mine Eder. Böylece, (neo-liberal) devletin tutarlı bir yapı, bütünlüklü bir özne olmaktan ziyade farklı yüzlerini (kolaylaştırıcı, eyleyici; zor kullanan; yolsuz/kayıtdışı) devreye sokarak ve devlet dışı addedilen kayıtdışılık, enformellik, kanundışılık, kriminallik gibi “aktivitelerin organik parçası haline gelerek” kendi iktidarını kurduğunun altını çiziyor. Devlet iktidarının, bu “kırılgan, belirsiz, tutarsız ve etkisiz” görünürlük sayesinde ve devlet ve devlet-dışı addedilen mekanizmalar ve olgular arasındaki sınırları gündelik pratikler içinde sürekli yeniden tanımlama ve tadil etme yoluyla kendini yeniden ürettiğini gösteriyor.

 

* * *

Dosya dışı yazıların dosyayla kopuk olmadığı açık. En azından neo-liberalizm çözümlemeleleri açısından bir illiyet bağından bahsedilebilir.

Ayşe Buğra, daha önce bu dergide yayınlanmış iki yazısının3 devamı olarak da nitelendirebileceğimiz yazısında, AKP’nin sosyal politikalarını 1990’ların ortasında hâkim hale gelen “iyi yönetişim” anlayışı çerçevesinde tartışıyor. Düzgün işlemesi için piyasaya müdahale etmede, sosyal güvenlik önlemleri almada ve yoksullukla mücadelede devlete önemli bir rol atfeden bu anlayış, hem gelişmekte olan ülkeleri hem de gelişmiş Kuzey ülkelerini etkiledi. Buğra, bu etkinin hem Kuzey ve Güney ülkelerindeki hem de Türkiye’deki seyrini analiz ediyor. İki temel iddiası var: Türkiye’deki sosyal politika değişiklikleri “piyasa ekonomisi sosyal devleti ortadan kaldırıyor” önermesini doğrulamamaktadır ve mevcut gelişmeler, devletin küçülmesinden çok, devlet-toplum ilişkilerinin biçim değiştirdiği ve buna bağlı olarak “vatandaşlık” kavramının yeniden tanımlandığı bir sürece işaret etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nce bazı maddeleri iptal edilen sosyal güvenlik reformu girişimi ve ona yönelik tepkilere dair son derece yapıcı eleştiriler ortaya koyan Buğra, sosyal dışlanmayla mücadelede STK’ların devlete baskı yapmaktansa işi üstlenmelerinin tehlikelerine dikkat çekiyor. STK’ların yeni rolüne ilişkin ciddi uyarıları, Ayşe Buğra ile Yasemin İpek Can’ın yazılarını birleştiriyor.

Dinç Alada’nın iktisadi düşünce tarihi alanındaki yazısının temel derdi, günümüz neo-liberal iktisadi düşüncesinin kendini neoklasik iktisat üzerine inşa ederek meşrulaştırma gayretinin temelsiz olduğunu göstermek. Neo-liberalizmin, iktisadi olanın sosyal, kültürel, siyasi alandan bağımsız kendi kendine işleyen bir alan oluşu ve kamunun sadece çok sınırlı alanlarda varlık göstermesi halinde piyasanın/ekonominin tıkır tıkır işleyeceği şeklindeki hegemonik amentüsünün öncü liberal iktisat düşünürlerine bağlanamayacağını ileri sürüyor Alada. William Petty, George Berkeley, Adam Smith ve John Stuart Mill’in eserlerini tartışarak 17. yüzyıl sonrasının bu liberal iktisat düşünürlerinin kamuya atfettikleri rolün dar iktisadi rasyonaliteden ziyade “siyasi, toplumsal, ahlâki öncelikler” üzerinden belirlendiğinin ve sağlık, eğitim, nüfus, yoksulluk ve işsizlikle mücadele gibi konularda kamuya önemli roller tanıdıklarının altını çiziyor.

Koray R. Yılmaz’ın yazısı yolsuzluk meselesine dair hâkim devlet-merkezci analiz ve anlatıların eleştirisinden hareket ediyor. Yolsuzluğu ve nedenlerini salt devlet(-kamu) ile özdeşleştiren, dolayısıyla çözümü de devletin yeniden yapılandırılması üzerinden tanımlayan devlet-merkezci yaklaşımların kuramsal ve siyasi sorunlarını tartışıyor yazar. Kuramsal açıdan, bir yandan farklı gerçeklik katmanlarını reddeden ampirisist yaklaşım, olgularla yapı ve mekanizmalar arasında ilişki kuramamakta, diğer yandan da devlet toplumsal ilişkilerden kopuk, kendinde bir gerçeklik olarak ele alınmaktadır. Politik açıdan ise, neo-liberal kapitalist küreselleşme stratejisinin öngördüğü ekonomik ve kurumsal reformları vazederek iktidarı meşrulaştırıcı bir söylemi üretiyor devlet-merkezci yaklaşımlar. Yılmaz bu sorunları aşmak için devlet-sermaye ilişkiselliğine sermaye birikimi üzerinden bakarak neo-liberal kapitalizm ve yolsuzluk arasındaki ilişkinin açıklanabileceğini ileri sürüyor ve 1980 sonrası Türkiyesi’nden de ampirik örnekler sunuyor.

Atık toplayıcılar, büyük kentlerin sokaklarında ne zamandır görünür hale geldiler ve onlara karşı dışlama mekanizmaları da son hız devrede. Sibel Yardımcı ve Ali Saltan, atık toplayıcıları ile yaptıkları alan araştırmasına dayanan makalelerinde, onların iş ve yaşam koşullarını, işleri üzerinden yaşadıkları çevreyle ve diğer insanlarla kurdukları ilişkileri ve gündelik yaşam deneyimlerini anlamaya çalışıyorlar. Bu sektörün, neo-liberal politikaların işlemesindeki aksaklıkların değil, tam aksine, işliyor olmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığını savunuyorlar. Toplayıcıların yeni yoksulluk söylemi içinde nerede durduğunu, kente geliş öyküleri ve kent, diğer kentliler ve resmî kurumlarla kurdukları ilişkiler üzerinden değerlendiren yazarlar, başka ülke örneklerine bakarak toplayıcıların çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmeye yönelik somut öneriler getiriyorlar. Fotoğraflar ise, bu araştırmanın farklı okumlara açık “verileri” niteliğini taşıyor.

H. Neşe Özgen’in, Kürtlükle eşdeğer kılıverdiğimiz “aşiret” olgusunu, tüm karmaşıklığıyla ortaya koyan yazısının ana malzemesini, Irak sınırında bir kasabada iki göçer aşiretiyle yaptığı saha araştırması oluşturuyor. İki koçer (göçer) Kürt aşiretinin, aşiret olma ve sonra da toprağa yerleşme serüvenleri; göçerlik, asi ve etnik olmanın nasıl birbiri yerine geçebildiği; ve aşiretin, bir etnik zemin, bir arena olarak kabul görme biçimleri ve Kürt milliyetçiliği tarafından nasıl kullanıldığı, yazının temel meseleleri. Özgen, bu temel meseleler üzerinden hem etnisitenin içeriğinin sadece aşiretle doldurulmasının, etnisite kavramını ne kadar daralttığını gösteriyor hem de kimlik tartışmasının tek aracısı (agent) olarak etnisitenin dillendirilmesinin sakıncalarını ortaya koyuyor. Yazı, göçerliğin görece eşitlikçi reis sisteminin, toprağa geçişle ve reislerin büyük toprak sahipliğine sıçramasıyla birlikte nasıl ağalığa dönüştüğünü gayet ustalıkla gösteriyor. Bu alana ve hatta 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Doğu Türkiye tarihine önemli bir katkı sunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Fırat Mollaer, Baran Dural’ın Başkaldırı ve Uyum: Nurettin Topçu ve Türk Muhafazakârlığı başlıklı kitabı (Birharf Yayınları, 2005) üzerine olan yazısında Dural’ın Türk muhafazakârlığı, Kemalizm ve Nurettin Topçu’nun düşünceleri arasında kurduğu bağlantıları ve çeşitli savlarını analiz ediyor. Mollaer’in Dural’ın tezlerine yönelik temel itirazları, Türk muhafazakârlığına ilişkin sağlam bir yaklaşımı da önümüze koyuyor.

Devrim Sezer’in, Charles Taylor’ın geçen yıl Metis’ten çıkan Modern Toplumsal Tahayyüller başlıklı kitabı üzerine olan yazısı, modernlik, sekülerlik, Avrupamerkezcilik, pazar ekonomisi, kamusal alan, egemen halk gibi her zaman tartışmalı olmuş kavramlar üzerinden ilerliyor ve eleştirel bir soru ile noktalanıyor.

 

 

KAYNAKÇA

Foucault, M. (1979) Discipline and Punish, New York, Vintage Books.

Hardt, M. ve Negri A. (2003) Dionysos’un Emeği: Devlet Biçimlerinin Bir Eleştirisi, çev. Ertuğrul Başer, İstanbul, İletişim Yayınları.

Hunt, A ve Wickham, G. (1994) Foucault and Law: Towards a Sociology of Law as Governance, Londra-Virginia, Pluto Press.

Marx K. (1990) Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, İstanbul, Sol Yayınları.

Mitchell, T. (1999) “Society, Economy and the State Effect”, G. Steinmetz (der.), State/Culture: State Formation after Cultural Turn içinde, Ithaca-Londra, Cornell University Press.

Neocleous, M. (1996) Administering Civil Society: Towards a Theory of State Power, Hampshire-Londra, MacMillan Press.

— (2006) Toplumsal Düzenin İnşası: Polis Erkinin Eleştirel Teorisi, çev. Ahmet Bekmen, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

Panitch, L ve Gindin, S. (2006) “Kapitalist Emperyal Devlet Teorisine Doğru”, Conatus, 6: 123-131.

Poulantzas, N. (2000) State, Power, Socialism, Londra-New York, Verso.

Sayer, A. (1987) The Violence of Abstraction, Oxford-Massachusetts, Basil Blackwell.

Thomas, P. (2000) Marx ve Anarşistler, İstanbul, Ütopya Yayınları.

Wood, E. M. (2003) Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İstanbul, İletişim Yayınları.

 

 

 

1          İdare ile ilgili olarak özgün bir çalışma için bkz. Neocleous (1996).

2          Foucault’nun bu kayıtsızlığının “içeriden” bir eleştirisi için bkz. Hunt ve Wickham (1994).

3          “Devletçi dönemde yoksulluğa bakış ve sosyal politika: ‘Zenginlerimiz nerede?’” (no. 99) ve “Türkiye’de sağ ve sosyal politika” (no. 106).