Bu Sayıda...

Yenilediğimiz “Yazılar için çağrı” metnimizde belirttiğimiz gibi, Toplum ve Bilim’in her sayısını bir dosya konusuyla ‘işgal etmekten’ kaçınmak istiyoruz. Toplum ve Bilim’i karakterize eden bir vasıf, sosyal teori içi kompartmanlaşmayı kabul etmemesi yanında, olabildiğince geniş bir ilgiler ve temalar yelpazesine açık olmasıdır. Bu karakter çizgisini korumak istiyoruz. Bunun da yolu, bir konuyu veya alanı derinlemesine ele alan dosyalar yanında, ‘müstakil’ yazılara yer açmaktır. “Yazılar için çağrı” metnini, aslına bakarsanız bu dikkatimizin altını çizmek için yeniledik! Zaten elinizdeki sayının içeriği de, bu niyetin bir duyurusudur. Balkanlar üzerine/vesilesiyle küçük bir dosyanın yanında, değişik disiplinler ve başlıklar 106. sayıda yanyana duruyor.

Bir konuya ilginin ve düşünce üretiminin ‘müteselsil’ olarak sürmesi, Türkiye’de çok eksikliğini çektiğimiz bir şey. Açılan bir dosyaya yeni ‘evrak’ eklenmesi, yankılar gelmesi enderdir. Ahmet Murat Aytaç’ın makalesi, böylesi bir istisnaîlik değeri taşıyor. Geçen sayımızı hasrettiğimiz merkez-çevre paradigmasını (ve/ya metaforunu) tartışmaya devam eden Aytaç, uzun makalesinde, Türkiye’de siyaset-toplum ilişkilerine dair Şerif Mardin, Niyazi Berkes ve İdris Küçükömer’in tezlerini tartışıyor. Bu mukayesenin kavramsal refakatçisi, Oryantalizmdir. Aytaç’ın dikkatli paralel okuması, Türkiye modernleşmesinin üç iddialı yorumcusunu yorumlamanın, imkânları tüketilmiş bir kuramsal çaba olmadığını ortaya koyuyor.

Ayşe Buğra, Taner Akan ve Ensar Nişancı’nın yazılarını birbirine bağlayan ince bir hat tesbit edebiliriz. Üç yazı da, değişik izlekler ve ilgilerle, bir 19. yüzyıl mefhumuyla ifade edersek “Sosyal Sorun”un neoliberal zamanlardaki görünümlerine temas ediyorlar. Ayşe Buğra, Türkiye’de Menderes-Demirel-Özal hattında merkez sağın sosyal politikalara ve yoksulluğa bakışındaki süreklilik ve farklılıkları takip ediyor: Elbette ki sağı sağ olmaktan çıkarmayan ama kendi içinde pekâlâ önem taşıyan fark, onu ‘yapan’ konjonktüre de bağlı olarak, Demirel’in politikasıdır – veya, onun değişik yüzleri olduğunu unutmayarak: ‘bir’ Demirel’dir... Demirel’de kendini gösteren sosyal-liberal veçhe, Taner Akan’ın yazısının izleğidir. Akan, Üçüncü Yol ‘modeli’ doğrultusunda, Avrupa Birliği ve oradaki çalışma ilişkileri bağlamında sosyal demokrasi ile liberalizmin iç içe geçme dinamiğini irdeliyor. Ensar Nişancı’nın 1980 sonrası devlet-sermaye(dar) ilişkilerini inceleyen yazısının perspektifinde ise, refah devletinin çözüldüğü neoliberalizm ‘çağında’, sosyal haklara ‘duyarlı’ bir liberal demokrasinin imkânsızlaşma istidâdı yer alıyor. Nişancı’nın makalesini, Ayşe Buğra’nın bu alandaki çalışmalarını devam ettiren bir mecrada da konumlandırabiliriz.

Toplum ve Bilim’in “Zenginler”i konu alan 104. sayısına bir yankı olarak değerlendirebileceğimiz bir makale var: Benan Eres, Türkiye’de finansal sistemde “varlığı tutma” biçimlerinin seyrini ele alan analizinde, birikim ilişkilerinde ve artığa el koyma mekanizmalarında ticarî faaliyet ve ‘reflekslerin’ belirleyiciliğini vurguluyor.

Nasıl Ahmet Murat Aytaç’ın yazısı, Türk modernleşmesinin ve bununla beraber Türk modernleşmesi üzerine ‘klasik’ çalışmaların tüketilmemiş imkânlarını gösteriyorsa, Serdar Öztürk’ün makalesi de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nasıl tükenmez bir kaynak olduğunu bir defa daha hatırlatıyor. Tanpınar’ın üretim/akılcılık/zamana hâkim olma kaygısı ile oyun/irrasyonalizm arasında bir gerilim yaşadığını, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bu gerilim hattında oluştuğunu anlatırken, Tanpınar’ın tavrının aslında ilkinden (üretim/akılcılık...) yana olduğunu ileri sürüyor Öztürk.

Geçtiğimiz ay Türkiye’de köycülük ideolojisi üzerine –makale ölçeğindeki habercisine Toplum ve Bilim’in 76. sayısında yer verdiğimiz– kitabı yayınlanan Asım Karaömerlioğlu (Orada Bir Köy Var Uzakta, İletişim Yayınları), Türkiye’de çok partili demokrasiye “dönüş”ün toplumsal dinamiklerini inceleyen çalışmasında, bu süreçte baskın rolü iç dinamiğin oynadığı fikrini savunuyor.

“Son 3-5 yıl içinde ‘ucu körleşmiş’ bir alet, yani artık işe yaramayan bir kavram olduğu için artık kullanılmaması gerektiği yönünde bir tartışma süreci geçiren ‘otantisite’ (authenticity) teriminin ‘ucunu keskinleştirme’ denemesine girişeceğim”; Ayhan Erol’un “popüler müzikte otantisite” başlıklı çalışmasında önüne koyduğu ödev bu. Müzik bahsinin dışında, ola ki, genel olarak otantisite kavramının ‘bileylenme’ imkân ve ihtimalleri üzerine düşünenleri de ilgilendirecektir.

Bir bakıma yine modernlik karşısında ‘otantisite’ ile ilgili bir konu: Mevlüt Özben’in, camilerin yer aldığı mimarî komplekslerde yapılan düğünler üzerine gözlemlerini tartıştığı makale, İslâmiyetin geleneksel kültürel yapıları ile modernliğin karşılaşmalarına dair malzeme yığınına bir tuğla daha ilâve ediyor.

106. sayıdaki dosya: Balkanlar. Fakat Balkanlar, uluslararası ilişkiler ve jeostratejinin bir gözlem sahası olarak ele alınmıyor bu dosyada. Politik tahayyüllerdeki –bilhassa Batılı– Balkan imgesine, veya bir metafor olarak Balkanlar’a bakılıyor. Balkanlar’ın, veya Balkanlar içinde bir yer, bir hattın, sınır olarak tasarlanışına... Tabii, esasen bir Doğu-Batı sınırıdır bu. Dolayısıyla, Oryantalizm-Oksidentalizm ekseninde Balkanlar’a bakılıyor dosyadaki yazılarda: Doğu olarak Balkanlar’ın Batı’yı ve Batı nezdinde ütopyayı görüşüne ve bir Şark olarak Balkanlar’ın Batı’dan görünüşüne... Üç Balkanlı sosyal bilimcinin, Balkanlar’ı sosyal teorideki güncel tartışmaların biley taşı olarak ‘kullanan’ üç çeviri makalesi, ilk kez Toplum ve Bilim’de yayınlanıyor. (İlk biçimleri 2004’te Selanik’te düzenlenen “Balkanlar: Okumalar ve Düşünceler” başlıklı konferansta sunulan bu tebliğlere tavassutu için Orhan Koçak’a teşekkür ediyoruz.) Bayram Şen’in makalesi de, Balkanlar’ın Türkiye’deki yerleşik jeostratejik ve nostaljik-tarihsel ‘kullanımının’ dışına çıkıp, bir yandan Balkan milliyetçiliklerinin ‘bileşik’ tarihsel gelişme seyrini hatırlatırken, asıl önemlisi, Türkiye’deki Balkan göçmenleriyle ilgili, ‘yakası açılmadık’ bir gündeme işaret ediyor: Gerçekten bu kadar rahat mı asimile oldular? Ve nasıl, milliyetçi-muhafazakâr söylemlerde bir yarı-gizli öteki imgesinin nesnesi oldular?

Balkanlaşma, biliniyor, politika teorisinde ve reel politik lisanda, etno-politik haritanın en küçük bileşenlerine ayrılıp kaosa sürüklenmesini anlatan bir metafor. Bir ara “Yeni Dünya Düzeni” denen Soğuk Savaş sonrası dünya, tümüyle, Balkanlaşma istidâdına açık bir dünya olarak görünüyor. Dahası, bu sayımızda zımnî bir siklet merkezi gibi duran “sosyal devletin çözülüşü”, genel olarak neoliberal deregülasyon, salt etno-politik düzlemde değil, bütün sosyalliklerin Balkanlaşmasına zemin hazırlıyor. Elinizdeki güldesteye münasip düşen Balkan metaforu, galiba budur!