Bu sayıda...

Toplum ve Bilim, bu sayıda, adına bir düşünce ekolünün, déconstruction felsefesinin kaydedildiği bir filozofu, Ekim 2004’te ölen Jacques Derrida’yı anıyor. Derrida, genel olarak felsefe tarihi, özel olarak moderniteyle hesaplaşma şeklinde ortaya konulan çağdaş felsefenin, tüm bir felsefi geleneğin temellerini yerinden oynatmayı hedefleyen önemli bir figürüdür. Eski Kıta felsefesinin içinde ortaya koyduğu yeni felsefe yapma tarzını Yeni Kıta’ya yayan Derrida, aslında bir kopuş filozofudur. Tüm kopuş filozofları gibi Derrida da felsefeyi “eleştiri” olarak tanımlamış ama bu kez eleştiri terimini klasik anlamında değil, felsefenin temellerini sorgulama ve hatta bu temelleri yerinden oynatma, déconstruction olarak tanımlamıştır. Derrida’da cisimleşen çağdaş epistemolojik devrim, déconstruction yoluyla, felsefe tarihinin yaşamın dışına çıkartıp aşkınlaştırdığı özneyi yaşantının içine yerleştirmenin, dolayısıyla özneyi bizzat dünyayla ilişki kurduğu deneyimin, dilin içinde keşfetmenin yolunun aranmasıdır. Bu nedenle Derrida için felsefi düşünme tüm insansal etkinlikler, özellikle de edebiyat içinde düşünmedir ve onun için felsefe, özneyi kuşatacak kavram değil, tersine özneyi kendi sembolik dünyaları içinde keşfedecek bir serüvendir ya da dil içinde görünür kılınan bir deneyimdir.

Bu sayıda Derrida’yı anan metinler için de bu deneyim sözcüğü kılavuz olabilir. “Derrida’nın ‘kurgusöküm’ü: ‘Özne’siz bir söyleme doğru” adlı makalesinde Hasan Ünal Nalbantoğlu, tam da Derrida’nın bu düşünce serüvenini, dil içinde ortaya konulan deneyimi aktarmayı amaçlıyor. Nalbantoğlu, Derrida’nın felsefesinde merkezî yer tutan déconstruction teriminin anlamı ve işlevini sorgulayarak Derrida’nın felsefesinin hangi anlamda bir düşünce deneyimi olduğunu ve bu deneyimin özneyi yeniden konumlandırmada taşıdığı anlamı açığa çıkarmayı hedefliyor. Zeynep Direk ise “Derrida’nın ardından: Ölüm, kültür ve dil” adlı yazısında, bir yandan bizzat kendi düşünce deneyimi içinde Derrida’nın yerini, öte yandan da Derrida’da différance kavramının, özneyi diğeriyle ayıran ve bu ayrımda tutan konumlandırmanın hikâyesini aktarmayı amaçlıyor. Zeynep Direk, kendi hikâyesi ve Derrida’nın hikâyesinin kesiştiği bu aktarımında, Derrida’nın ötekine açılan dil deneyimini de anlatıyor. Bu sayıda Derrida’yı anan son yazı, Cihan Camcı’nın “Derrida ve politik duruş” adlı makalesi, Derrida’nın metinlerini, bir deneyimin aktarıldığı bir dil olarak değil, felsefi bir metin olarak ele alan ve bu metnin felsefi gelenekle bağlandığı noktaları irdeleyen bir yazı. Cihan Camcı, Derrida’nın öznelliğe tanıdığı ayrıcalıklı yerin, felsefi gelenekle ilişkilendirilerek incelenmesinin, Derrida’da demokratik bir politika için felsefi bir zemin bulunabileceğini göstereceği savıyla, différance kavramının yasayla ilişkisini tartışıyor.

Derrida, gerçekliği sorunsallaştıran bir filozoftu ve her zaman bir “duruş”tu. Türkiye’de Derrida daha çok bir stil, edebiyat ve felsefi yazın arasındaki sınırda duran bir dil olarak alımlandı. Ölümüyle onun da bir “hayalet” olması ve Derrida’nın soruları ve duruşlarıyla, eleştiri olarak gerçekliği sorgulamamıza kılavuzluk etmesi belki de -onun terimleriyle- “imkânsızın imkânı”dır.

 

* * *

Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin ‘biricik’ diyebileceğimiz ve ilgi dışı kalmış iki olayını mercek altına alan iki makaleyi önemli buluyoruz. Milli Korunma Kanunu ve Öz Soy Operası ile ilgili incelemeler bunlar. Bambaşka alanlardan, ‘bir seferlik’ uygulanmış, ama Cumhuriyet’in kurucu politikaları ve ideolojik yönelimleri hakkında fikir veren ‘iş’ler...

Çalışma hayatı tarihinin sistematik kazısını sürdüren Ahmet Makal, Milli Korunma Kanunu üzerine incelemesiyle, Türkiye’de sadece çalışma ilişkilerinin değil tümüyle sosyal ve siyasal tarihin kapalı kalan bir sayfasını açıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde yaklaşık yarım milyon işçi ve ailesini doğrudan etkileyen zorunlu çalıştırma uygulamasını değişik boyutlarıyla inceliyor. Bu çalışma/çalıştırma rejiminin ‘olağanüstü’ ve ‘geçici’ olma özelliğini aşan devamlılıklarını, içerdiği yapısal nitelikleri gösteriyor.

Orhangazi Ertekin’in Öz Soy ile ilgili incelemesi, doğrudan doğruya diplomatik bir misyonla yüklü bu opera örneğinde, erken Cumhuriyet’in Batı-Doğu meselesine bakışını ve estetik ‘yönelimini’ ele alıyor. Ama asıl olarak, operayı o diplomatik misyonun bağlamına oturtuyor – yani İran-Türkiye ilişkilerinin o dönemdeki durumu ve özellikle de Kürt Meselesinin ‘halli’ ile ilgili bağlama.

Toplum ve Bilim’de ‘ekonomi-politik’ ilgi hiç sönmedi. Zaman zaman ihmal edilse de, tüm sayıyı kapsayan dosyalarla bu açıkları telâfi ettik. Bu sayıda, ekonomi-politik bağlamında değerlendirilebilecek üç yazı sunuyoruz.

Mustafa Kemal Aydın’ın makalesi, ‘klasik’ bir ekonomi-politik çalışmadır: 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinin neoliberal birikim modeli çerçevesindeki ‘olağanlığını’ gösteriyor. 25. yıldönümünde, 24 Ocak kararlarının açtığı çığırın bir değerlendirmesi bu, aynı zamanda.

Ali Ergur’un makalesini ise, ‘klasik’-olmayan bir ekonomi-politik çalışma sayabiliriz. Neoliberal zihniyetin toplumsallaşmasında kilit rol oynadığını söylediği kredi kartlarının ekonomik işlevlerini aşan boyutlarını gösteriyor: Onu kullananların ‘zaman mefhumunu’ yeniden tanzim edişini, gelecek tasarımının altını oyan bir “borçluluk döngüsünü” kuruşunu...

Kuvvet Lordoğlu’nun Türkiye’deki kaçak yabancı işgücü ile ilgili çalışması, yaklaşık on beş yıldır enformel olarak kurumlaşmış bir olguya ışık tutuyor. Türkiye’de istihdam düzeninin ‘adlandırılmayan’ bir ‘enstrümanı’ haline gelen kaçak yabancı işgücü ile ilgili bu makaleyi, Ahmet Makal’ın makalesiyle birlikte de düşünebiliriz aslında: ‘Olağanüstü’, ‘istisnâî’, ‘kayıtdışı’ üzerinden oluşan bir nizamın unsurları olarak...

Toplum ve Bilim’in 102. sayısı, Türkiye’de sosyal bilimlerin kendilerine dair tarihyazımını sorgulamaya katkı koyan bir yazıyla zenginleşiyor. Sertan Batur, Türkiye’de psikoloji tarihyazımında “kurucu” olarak kabul edilen Georg Anschütz’ün entelektüel ve politik kişiliğini incelerken, bu kuruluşun gerçek sürecine ilişkin verilere işaret ediyor – ve bu vesileyle “olağan bilim” söylemindeki “köken mitosunu” sorguluyor.

Toplum ve Bilim dergisi bundan böyle yılda üç sayı çıkacak ve sayılarda mevsim belirtilmeyecektir.